27 Aralık 2009 Pazar

jingling hell

yeni yılın herkes üzerindeki etkisi farklı olmakla birlikte, tartışılmaz bir gerçek vardır; kimse ona kayıtsız kalamaz. bu durum ölümden sonra da devam eder.

cennette sıkılan ruhların yeni yıl kutlamalarında yakaladıkları neşe ve hareketlilik kısa sürede bağımlılığa dönüşmüştü. dini bayramlar, doğum günleri, cennete giriş tarihleri derken, her gün yaptıkları kutlamalar yine rutine dönüşmüş ve sıkıntılarına sıkıntı katmaktan başka işe yaramamıştı.

cehennemde de durum pek farklı değildi. başladıkları her kutlamanın felaketle sonuçlanması onları partilerden soğutmuştu. zamanla, yeni gelenlerin hevesini söndürmek, olası kutlamaları engellemek için ellerinden geleni yapan bir güruha dönüştüler.

ama iblis bundan memnun değildi.

------

- james lord pierpont?
- özür dilerim! ne yaptığımı bilmiyorum ama bir daha olmayacak! lütfen, daha fazla ateş topu oynatmayın bana! lütfen bana acıyın lütf...
- bay pierpont...
- ühühüüü hağyııığğğr hühüüü...
- james!
- yoooo ühüühüüühüüü...

sabrı taşan zebani isterik adamı sert bir tokatla sakinleştirdi. çenesinin dağılan bölümlerini yerden toparlamaya çalışan pierpont'un nutku tutulmuş, ister istemez ağlamayı kesmişti.

- cehennemde korkudan krizlere girmenize inanın anlam veremiyorum. en kötüsünü yaşamışsınız zaten, daha ne bekliyorsunuz ki? neyse, sizden bir isteğim var. daha doğrusu efendi lucifer'ın isteği. lucifer cehennem için bir yeni yıl şarkısı yazmanızı istiyor.
- höehğ?
- tamam, siz konuşmaya çalışmayın. birazdan çenenizi yerine takması için birilerini göndereceğim. bu arada siz de düşünmeye başlayın. böyle neşeli, dile dolanan, insana umut veren... jingle bells gibi yani.
- uğuğ ğu?
- evet, umut. küçük ama önemli bir ayrıntı. bay lucifer cehennemin kapısına "umutlarınızı şu köşeye bırakıverin" yazdırarak bir hata yaptığını kabul ediyor. anlarsınız ya, buradan çıkma umudu olmayınca cehennem kavramının bütün keyfi kaçtı. onu geri getirmek için de yılbaşından daha iyi bir zaman seçilemezdi.
- ğe ğağağ?
- eveeet, önemli bir soru daha. umut dolu, kusursuz bir şarkı yazmak için iki saatiniz var. hemen çalışmaya başlasanız iyi olur, bunu dün yayına almamız gerekiyordu.
- ?!
- haydi haydi, iş başına, bekleme yapmayalım!

------

işin doğrusu, james lord pierpont yılbaşından nefret ediyordu. o lanet şarkıyı yazmasıyla birlikte hayatı geri dönülmez bir şekilde değişmişti. fakir ve gururlu bir gençken, kıytırık bir yılbaşı şarkısıyla dönemin rock yıldızına dönüşmüş ve hem kendisinin hem de yedi ceddinin cehennemdeki yerini garantiye almıştı. daha kötüsü, şarkıyı herkes biliyor, herkes söylüyor ama bir allahın kulu, hatta 100 yılı aşkın süredir onun geliriyle ihya olan insanlar bile pierpont adını bilmiyorlardı.

iblis kesinlikle çok akıllıydı. pierpont için yeni bir jingle bells yazmaktan daha büyük bir ceza düşünülemezdi.

bu düşünceler ve giderek kabaran bir nefretle james lord pierpont yeni yılbaşı şarkısının ilk notalarını kağıda dökmeye başladı.

------

bir buçuk saat sonra zebani elinde dosyası ve telefonuyla pierpont'un yanına gitti. bir zebani olmanın en güzel yanını yaşıyordu: işlerin yetişmeyeceğinden emin bir müşteri temsilcisi tavrıyla pierpont'u dürtmeye başlayacak, muhteşem yaratıcı süreci kesintiye uğrayan adam tripten tribe girecek, iş gerçekten aksayacak ve birbirlerine yapacakları kıllıkların kaybettireceği zaman sonucunda yetişmeyecekti. zebani bunun kendisi için de hayli zararlı olacağını bilmekle birlikte, pierpont'un başına gelecekleri düşündükçe keyifleniyordu.

ne var ki keyifli gülümsemesi pierpont'un uzattığı sayfayla yüzünde donup kaldı. cehennemi umuda boğacak şarkı hazırlanmış, sunulmayı bekliyordu. sayfayı uzatan pierpont yeni şarkısını jingle bells melodisiyle söylemeye başladı:

slashing through our throats
with a silver flaming scythe
four horsemen and we go
screaming all the way

bells of hell hounds ring
all the spirits fight
for one and the only thing
our hope of getting out

jingling hell jingling hell jingling all the way
oh what fun it is to cry for a hopeful get away

- gördüğünüz gibi çok bilinen, herkesin diline dolanan bir melodiyi yeni sözlerle sunuyoruz, klişelerden bu şekilde yararlanmak hedef kitlemiz üzerindeki penetrasyonumuzu hızlandıracak.
- çok güzel olmuş. yalnız şimdi şeytanın avukatını oynuyorum sadece, şarkının ingilizce olması lucifer'ın pek hoşuna gitmeyebilir. brief'te belirtmemiştik ama sözlerin diğer dillere de çevrilebilecek şekilde revize edilmesi gerekebilir.
- ama evrensel bir dil kullandığımız için sorun olmayacaktır. sonuçta diğer ülkelerde de jingle bells ingilizce söyleniyor, kimse de dili değiştirmeyi düşünmüyor. bunu farklı enstrümanlarla yerel kültürlere uyarlayabiliriz. çok tutacak bu şarkı, cennette bile olay yaratacağız.
- peki, ben bu şekilde iletirim.
- sunuma ben de katılmıyor muyum?
- gerek yok, sizin başka işleriniz var zaten, ben hallederim.
- başka iş derken?
- diğer zebani arkadaşlarım sizinle ilgilenecek.

------

cehennemde kar topu yapmak çok zordur. ama umudun olduğu yerde imkansız diye bir şey yoktur. yeni brief'ini alan james lord pierpont masasına oturup kırmızı kar yağdırmanın yollarını düşünmeye başladı. yaratıcılığıyla övünen kişilere verilebilecek en iyi ceza, neden gerçekten yaratıcı düşünmeye zorlamak olmasındı ki?

------

iblis türk kanallarını izlemeye bayılıyordu. özellikle yılbaşı yaklaştığı zaman. şimdi de sakallı, cübbeli bir dallama çıkmış, yeni yıl kutlamalarının şeytan icadı olduğunu söyleyip duruyordu. haksız sayılmazdı. cehenneme geldiği zaman bu kadar doğru düşündüğü için ödüllendirilecek, çam ağacının tepesine yıldız olarak oturtulacaktı. iblis bunları düşündükçe gülümsemesi de genişliyordu.

zebaninin getirdiği şarkı hoşuna gitmişti. pierpont iyi iş çıkarmıştı. aslında normal şartlarda böyle boktan bir şarkının yüzüne bile bakmazdı ama şu anda çıkarlarını düşünmesi gerekiyordu. cehennemin dört bir yanına yerleştirdiği kolonlardan 1 ocak sabahına kadar kesintisiz yayın yapacaktı. böyle bir şeyi sağır sultan olsa duyardı, noel baba'nın duymaması için en ufak bir neden yoktu.

kaydı hemen yayına aldı ve cehennem halkı için yepyeni bir işkenceyle dolu günler başladı.

------

iblis yılbaşı gecesi kırmızı kukuletasıyla yatağına girerken günlerdir çalan salak şarkıyı mırıldanıyordu. başka şansı yoktu, pierpont hakikaten dile dolanan bir şarkı yazmıştı. kendisi mırıldanmasa bile lanet şarkı kafasında çalmaya devam ediyordu.

bir sürü hediye gelmişti. eldivenler ve kaşkollar, yeni mızraklar, kızaklar ve kayak takımları, çatal kuyruğunun ucu üşümesin diye minik bir ponpon... ama hiçbiri noel baba'dan değildi. adam cehenneme umut getirilmesini iyilikten saymamıştı. aslında haksız da değildi. ama yine de...

iblis'in asıl isteği cehennemden çıkmaktı elbette. özellikle bu umut dolu şarkı yeni yıl dileğinin gerçekleşebileceği beklentisini uyandırmıştı. ama iblis bile noel baba'nın böyle bir hediye veremeyeceğini biliyordu. bu nedenle daha basit bir şey, cehennemde kar yağmasını dilemişti. ne var ki, sonsuza kadar noel baba'nın yaramazlar listesinde kalacağı başından belliydi.

bir yıl daha böyle başlıyordu işte, nasıl geçeceği de başından belliydi. iblis gözünden süzülen bir damla yaşı silerken "jingling hell jingling hell" diye mırıldanıyordu.

30 Eylül 2009 Çarşamba

Yangın olur, biz yangına gideriz.

- İyi günler. Lucifer'la mı görüşüyorum?
- Evet, buyrun?
- Ben İsrafil. Sizi cennette çıkan yangınla ilgili aramıştım.
- Olay bu sabah gerçekleşti sanırım.
- Yangını çıkardığınıza göre bunu pekala biliyor olmalısınız.
- Hayır. Sabah borunuzla sadece cenneti değil, cehennemi de ayağa kaldırdınız. Yangın alarmı olduğunu şimdi öğrendim. Size nasıl yardımcı olabilirim?
- Suçunuzu kabul ederek ve cezanıza katlanarak elbette.
- Sayın İsrafil, kanıtınız yokken suçlamanın günah olduğunu biliyor olmalısınız. Ayrıca bana ne tip bir ceza vermeyi düşünüyorsunuz, çok merak ettim. Cehenneme mi göndereceksiniz? Hah hah!
- Sizinle işim bitmedi! Çok yakında görüşeceğiz!

DRANK!

Yüzüne kapatılan telefon Lucifer'ın sinirini biraz bozduysa da üzerinde fazla durmadı. Kaldı ki, sivri dili ve alaycılığı nedeniyle pek de seyrek karşılaştığı bir durum sayılmazdı. Kendisine telefonla ulaşabilenler bağırıp çağırıyor, küfür ediyor ve sonunda telefonu yüzüne kapatıyorlardı hep. İsa'yı anımsadı ve keyfi yerine geldi. O kadar sinirlenmişti ki gidip pazar yerini yağmalamış, ardından koskoca İblis'i babasına şikayet etmişti. Çok alem adamdı doğrusu. Gülümsemesi bir düşünceyle bölündü, alnında çizgiler belirdi. Cennette yangın çıkmıştı ve İblis uzun süredir bu kadar ilginç bir şey duymuyordu. Olayı araştırmaya karar verdi ve telefona uzandı.

O sırada cennette...

- Rica ediyorum, şu yangını kim çıkardıysa ortaya çıksın. Hiçbirinizin yalan söylemeyeceğinden eminim. Adil şartlarda yargılanacağınızı da biliyorsunuz, lütfen inat etmeyin. Tekrar soruyorum, kim çıkardı bu yangını?

Kimse cevap vermiyordu. Lir sesleri devam ediyor, kuşlar hala cıvıl cıvıl ötüyor, herkes yeşil çimenlere uzanmış ölümden keyif alıyordu. Ne soruyu umursamışlardı ne de cevabı merak ediyorlardı. Şimdiye kadar hiç böyle bir şeyle karşılaşmadıkları doğruydu. Herkes onların bir şekilde meraklanacağını ve hareketleneceğini düşünürdü. Ama öyle olmamıştı. Cennetteki huzur o kadar içlerine işlemişti ki, bırakın küçük bir yangından etkilenmeyi, üstlerindeki kıyafetler tutuşsa umurlarında olmayacaktı. Herkes rahatlıktan uyuşmuştu. Cennet böyle bir yerdi işte. Dertsiz, tasasız, hareketsiz... Tuhaf.

Ne var ki böyle bir yerde bile yangın çıkarmayı biri akıl etmişti. Hemen İsrafil'e haber verildi, yangın borusunun sesi her yerde yankılandı* ve itfaiyeciler olay mahaline doluştu. Yangın kısa sürede kontrol altına alınmıştı ama bu işte bir tuhaflık olduğu çok belliydi. Sorgu melekleri gerekli işlemleri yapmaya başladılar. Ancak ortada bir sorun vardı. İnsanlar sadece hayatta oldukları zaman kayıt altında tutuluyorlardı. Cennettekilerin ne yaptığını ise sadece Allah bilirdi. Onun da ser verip sır vermediği, verdiği zaman bile alegorilerle konuşup kafa karıştırdığı bilinen bir gerçekti. Sonuçta sorgu meleklerinin çabaları bir sonuç vermedi. Bir ara cehennemden yardım almayı düşündülerse de vazgeçtiler. Ne de olsa hepsi bir şekilde hümanistti ve işkenceyi kabul etmeleri mümkün değildi.

Kısa bir süre sonra cennette kimsenin farketmediği bir şey oldu. Bütün itfaiyeciler ortadan kayboldu.

Cehenneme dönersek...

İtfaiyecilerin doğrudan cennete alınması çok normaldi. Henüz ölmeden cehennem ateşinden kurtardıkları insanlar ister istemez müminler arasına katılıyorlardı. Çoğu zaman melekler bile bu kadar iyi iş çıkaramıyordu. Ama cennetin onlara pek uygun bir yer olmadığı da kısa sürede anlaşılmıştı. Ateşle savaşmayı görev edinmiş bu adrenalin deposu adamların canı feci şekilde sıkılıyordu.

Hikayenin devamını az önce öğrendik. Topluca cehenneme gönderilen itfaiyeciler yolda çocuklar gibi şendi. Tanrı'yı bile dize getirdiklerini, en büyük ödüllerini aldıklarını sanıyorlardı. Ancak durum hiç de göründüğü gibi değildi.

- Eveeet Bay Adair. Size Red diyebilirim, değil mi? Evet Red, iyi iş çıkardın. Bu gazete haberine göre ölmeden önce benimle bir anlaşma yaptığını, sana cehennemde klimalı bir oda vereceğimi söylemişsin, yoksa buradaki bütün yangınları söndürecekmişsin. Bu sözler sana ait, yanılıyor muyum?
- Haklısınız, öyle dedim.
- Peki biz böyle bir anlaşma yaptık mı? Ben hatırlamıyorum da.
- Bu konuda da haklısınız. Ama... O zaman ölü değildim ve gazeteciler güzel cümleler bekliyordu. Anlarsınız ya...
- Kesinlikle, çok iyi anlıyorum. Ayrıca cennette yaptıklarını da takdir etmiyor değilim, gerçekten zekiceydi. Seni sevdim. Bu yüzden burada da itfaiyecilik yapmana izin vereceğim.
- Teşekkür ederim efendim.
- Elbette bu kez koruyucu giysilerin, itfaiye araçların ve diğer malzemelerin olmayacak. Hatta burada doğru düzgün su bile yok. Ateşi üfleyerek söndürmen de pek mümkün olmayacak, ne de olsa ölüsün ve artık nefes alamıyorsun. İşin kolay olmayacak.
- Ama efendim? O zaman ben nasıl...
- Evet evet... Bunun için bir şey düşündüm. Seni sevdim demiştim. Yangın söndürmek için doğal kaynaklarını kullanacaksın.
- Nasıl yani?
- Yani sana sürekli kaynar su içireceğiz, sen de alevlerin üstüne işeyeceksin. İstersen osuruk gücünden de yararlanabilirsin ama çıkaracağın gaz ters tepebilir, dikkatli olmanı öneririm. Ayrıca işerken ateşe çok fazla yaklaşman da gerekebilir. Yani... yani küçük Adair'e dikkat et. Düşündüğünden de ateşli bir adama dönüşebilirsin.
- Ama Sayın Lucifer... Ben...
- Çekilebilirsin Red. Görmüyor musun, her yer yanıyor. Haydi bakalım, görev beklemez. Hah haha!

İblis'in de Tanrı'nın da keyfi yerindeydi. İkisi de insanlarla oynamaktan zevk alıyorlardı. Bir tek İsrafil cennette öfkeyle volta atmaktaydı. İblis'e bir tehdit savurmuş, karşılığında cehennem yepyeni itfaiyecilere kavuşmuştu. Bunu sindirmesi hiç kolay olmayacaktı. Cebrail'le konuştu ve Tanrı'dan küçük bir istekte bulundu. Sonuçta cennetteki herkes İblis'in hayatını çekilmez yapmaya çalışmıyor muydu?

Tanrı hiç tereddüt etmeden İsrafil'e istediği izni verdi. Ertesi gün sabah ezanında İblis'in telefonu çaldı...

DAAAAAAAT!

İsrafil Uyandırma Servisi bu şekilde çalışmaya başladı.

* Bazı hassas kulaklı insanlar bile sonunda kıyametin koptuğuna kanaat getirip gereksiz bir secdeye vardılar. Kafalarını kaldırıp da hiçbir karmaşa göremedikleri zaman suratlarının aldığı ifade gerçekten görmeye değerdi. Dünyayı izleyen bazı melekler ve zebaniler bu durumla bol bol alay ettiler. Zebaniler için bir sorun yoktu ama meleklerin davranışı pek hoş karşılanmadı. Savunmaları çok mantıklı olduğu için Tanrı'dan sadece uyarı aldılar.

29 Ağustos 2009 Cumartesi

27

- Büyük planlar yapmalıyız. Anlıyor musunuz beni? Dünya kadar büyük bir plan olmalı ve dünyayı değiştirmeli.
- Jim... Yine ne içtiğini öğrenebilir miyim?
- Bak, beni dinlemiyorsun! Jimi, gel çabuk, söyleyeceğim çok önemli şeyler var!
- Selam Janis. Yine nesi var bunun?
- Canı sıkılmış. Bir zamanlar dünyayı değiştirdik, şimdi de cehennemi değiştirebiliriz diyor. Sıcak başına vurdu galiba.
- Hmm, evet. Bu kez aklında ne var Jim? Yine büyük sürüngeni aramaya başlamayacağız di mi? En son yılanın gözünün içine bakacağım diye tutturduğunda neler olduğunu hatırla.
- Hayır hayır! O bir hataydı! Bu kez çok farklı olacak, güvenin bana. Yılanlar, mavi otobüsler ve kızılderililer yok. Sadece elimizdekileri kullanacağız. Ateş, kan, gözyaşı ve müzik. Başka hiçbir şeye ihtiyacımız yok. Ama keşke biraz da viski olsaydı.
- Evet, Jack Daniel’s... O olmayınca J'ler Kulübünün eksik kaldığını düşünmüyor musunuz siz de?
- Bakın, tamam, buldum. Daha doğrusu bulmadım, birlikte bulacağız.
- Neyi bulacağız?
- Neyi değil, kimi. Hazırlanın, Jack Daniel'ı aramaya çıkıyoruz.
- Onu bulduğumuzda ne yapmayı düşünüyorsun? Burada viski ürettiremezsin ki, malzeme yok.
- Düz mantık Jimi, düz mantık! Ateş suyunu üretmek için elimizde istediğimizden de fazla ateş var. Yeterli teşvikle Jack viski üretmenin bir yolunu bulacaktır.
- Peki sonra?
- Sonra? Sonra cehennem için yeni bir dönem başlayacak...

Janis Joplin'in savunmasından:
O gülümsemeyi gördüğümde anlamalıydım. Aklından büyük bir şey geçtiğini fark etmiştim ama başımızı bu kadar belaya sokacağını inanın bilmiyordum. Siz de biliyorsunuz, adam deli! Yaşarken de öyleydi, sürekli saçmalardı ve herkes her şeye hazırlıklı olmaları gerektiğini bilirdi. Jim bela demekti. Ama herkesin heyecana ihtiyacı vardı ve Jim heyecanı umutla birlikte sunardı. Ona hayır diyebilen kimseyle karşılaşmadım.

Her neyse... Toplayacak çok fazla eşyamız yoktu ve Pam'i de alıp yola çıktık. Öncelikle, Jack'i nerede bulacağımız konusunda hiçbir fikrimiz yoktu. Jim burnunun dikine ilerliyordu. Mutlaka Jack'i tanıyan birileriyle karşılaşacağımızı ve bir şekilde yolu bulacağımızı söylemişti. Sonra Kurt ve Jeff'le karşılaştık.

Kurt Cobain'in savunmasından:
Çok mutsuzdum. Beni oyalayacak bir şeylere ihtiyacım vardı. Artık Jeff'ten de sıkılmaya başlamıştım. Tamam, onunla takılmak güzeldi ama birlikte söylediğimiz tüm şarkılar tükenmişti. İkimiz de müzik ve eski zamanlar hakkında konuşmaktan bıkmıştık. Bu lanet yerde yapacak hiçbir şey yoktu. İkimiz de intihar ettiğimiz için pişmandık ve eve dönmek istiyorduk. Ölüm de hayat kadar sıkıcı olmaya başlamıştı ama ikimiz de tekrar intihar etmeye cesaret edemiyorduk. Tüm düşüncelerim depresyonun uçsuz bucaksız boşluğuyla doluydu. Zamanımı sürekli uyuyarak geçirmeye karar verdiğim sırada Jeff "Hallelujah" dedi.

- Bu şarkıyı tekrar söylemek istemiyorum Jeff. Zaten bulunduğumuz yere hiç uymuyor. Bırak biraz uyuyayım, şöyle 5000 yıl falan.
- Kurt, J'ler Kulübü diye bir şey duymuş muydun? Ya da Daima 27?
- Yoo... Nedir o?
- Şu anda bize yaklaşıyorlar.

Jimi Hendrix, Janis Joplin, Jim Morrison ve sevgilisi... Benim kadar mutsuz bir adamsanız her yeni yüz umudu ve sıkıntıyı beraberinde getirir. Bir şeyler olacağı için sevinirsiniz ama bir yandan Prometheus'un kartalı aklınızı kurcalamaya başlar. (Bunu sadece şiirsel görünmesi için söylemiyorum. Kartal, Prometheus'un ciğeriyle uğraşmadığı zamanlarda cehennem ahalisi arasında dolaşır ve aklında huzursuz düşünceler bulunan herkesin beynini didikler. Huzursuzluğu sürekli kılmak için dopamin ve serotonin akışı sağlayan bağlantıları koparır ve onlar tekrar oluşana kadar depresyondan çıkamazsınız.) Dolayısıyla, yaklaşan insanları görünce sevinmiştim ama yakında onların da özelliklerini kaybedeceklerini ve sıkıcı olmaya başlayacaklarını düşünüyordum. Keşke biraz daha düşünseymişim ve onlara katılmasaymışım.

Jeff Buckley'nin savunmasından:
Sevdiğim insanlarla birlikteydim ve viskiye doğru gidiyorduk. Cehennemi cennete çeviren bir şeydi bu, anlıyor musunuz? Sürekli yeni insanlarla karşılaşıyorduk ve şarkı söyleyerek yola devam ediyorduk. Bazıları müzik için katılıyordu bize, bazıları viskinin kokusunu şimdiden almaya başlamıştı. Ölüm hiçbir acının sonu değil ama o sırada, ayaklarım her adımda daha çok yanarken, yıllar sonra ilk kez yaşadığımı hissettim. Jack Daniel'ı bulduğumuzda çok kalabalık bir grup olmuştuk. Müzik ve viski uğruna kurulmuş bir cehennem ordusu gibiydik. Sonra olanlar kaçınılmazdı, sonuçta liderimiz Kertenkele Kral'dı ve her şeyi yapmaya hazırdı. Bu kadar büyük bir şey beklemiyorduk elbette ama dedim ya, kaçınılmazdı. Ve ben olan hiçbir şeyden pişman değilim.

Jack Daniel'ın savunmasından:
İnanılmaz bir kalabalıktı. Adının Jim Morrison olduğunu sonradan öğrendiğim adam bana dünyanın en büyük simyacısı olduğumu ve ateşi ateş suyuna çevirebileceğimi söyledi. Sonra olanlar çok garipti. Neredeyse hiçbir şey yapmam gerekmedi. İnsanların isteği o kadar güçlüydü ki, önlerinde küçük bir ateş yakmam ve "başlayalım" demem yetmişti. Jim anlamadığım bir dilde mırıldanmaya başladı. Mistik bir dua eder gibiydi. Sonra yanındaki kadın ona katıldı. Daha yüksek sesle aynı cümleleri tekrarladılar, dans etmeye başladılar. Müzik ve dans dinamit fitili gibiydi, bir anda tüm kalabalığa yayıldı. Yeni ateşler yakıldı. Herkes çılgınlar gibi ateşlerin etrafında dans ediyordu. Sonra ateşler sıvılaştı ve viskimin muhteşem kokusu etrafa yayıldı. Nasıl olduğunu anlamadım ama hayattayken bunu yapabilmeyi isterdim. Viski üretmek için çok uğraşmıştım ama bu kadar masrafa ve çabaya gerek yokmuş. Jack Daniel's irade gücüyle de üretilebiliyormuş.

Jimi Hendrix'in savunmasından:
Sonunda viskiye ulaşmıştık. Hepimiz sarhoş ve mutluyduk. Herkes şarkı söyleyip dans ediyordu, sevişiyordu, sevgi ve nefret elektrik akımı gibi aramızda dolaşıyordu. Woodstock’tan bile iyiydi. Ama Jim'in başka planları vardı. Sarhoşken nasıl olur bilirsiniz. O hiçbir zaman "normal" denilecek bir adam değildi ama içtiği zaman daha da vahşileşirdi. Aklından sürekli yeni fikirler geçer ve bunların hepsini çok mantıklı bulurdu. Yine aynı şeyi yapmaya başlamıştı, manik düşüncesini inatla kabul ettirmeye çalışıyordu. Çocuk gibi tepiniyor, onu engellemeye çalışanları viskiyle susturuyordu. Sonunda hepimiz o kadar sarhoş olmuştuk ki Jim'in enerjisine karşı koyamadık. Cehennemin en büyük ateşini yakmak için İblis'in kulesine doğru ilerlemeye başladık.

Janis Joplin'in savunmasından:
Normalde cehennemde olup bitenlerle ilgilenmezler ama Jeff'in meleksi sesi meleklerin bile dikkatini çekmişti. Cennetten bizi izlediklerini görebiliyorduk. İblis'in kulesine doğru yol aldığımızı fark ettiklerinde cennette oldukları için üzüldüklerinden eminim. Birkaç dakika sonra ateş soluyan siyah atıyla Ölüm geldi ve karşımıza dikildi.

- Ne yapmaya çalışıyorsunuz siz?

Jim'in yüzünde yine aynı alaycı gülümseme belirdi. Parlayan gözleriyle İblis'in kulesini gösterdi.

- Yeni bir dekorasyon. Eşim ve ben evimizde biraz değişiklik yapmanın iyi olacağını düşündük.

Pam'i belinden kavrayıp kendine yaklaştırdı. Kalçasına dokundu. Ve Ölüm gülümsedi.

- Efendim, isyan çıktı!
- Eee? Bastırın işte, hep yaptığınız şey?
- Efendim anlamıyorsunuz, burayı yakıyorlar!
- Nereyi yakıyorlar?
- Kulenizi! Hayatınız tehlikede!
- Saçmalama! Birincisi, benim hayatım hiçbir zaman tehlikede olmaz. İkincisi, Neron bile benim kulemi yakmaya çalışacak kadar çılgın değil.
- Neron değil efendim, Jim Morrison cehennemin büyük bölümünü örgütlemiş. Şu anda aşağıda milyonlarca sarhoş insan var ve devasa bir festival ateşi yakıyorlar! Belki Neron o kadar çılgın olamaz ama bu insanlar zıvanadan çıkmış!
- Bir dakika... Sarhoş mu dedin?
- Evet efendim, yasa dışı viski yapmışlar.
- Offf... Yasa dışı falan... Nereden öğreniyorsun bu lafları? Yine avukatlarla mı takılmaya başladın sen? Jim Morrison'ı getir bana. Diğer sorumluların da ifadelerini al, onlarla sonra ilgileneceğim.

Jim ve Pam İblis'in yanına çıktıklarında neyle karşılaşacaklarını bilmiyorlardı ama viskinin de etkisiyle oldukça rahat ve neşeliydiler. İblis Pam'in de gelmiş olmasına biraz şaşırdı ama bozuntuya vermedi. Ne de olsa her akıl hastası erkeğin arkasında en az kendisi kadar psikotik bir kadının olması doğaldı.

- Bunu siz mi planladınız?
- Evet. Beğendiniz mi?
- Doğrusunu söylemek gerekirse evet. Cesaretiniz bana gençliğimi anımsattı. Yanılmıyorsam viskiyi de siz ürettiniz.
- Jack Daniel'ın yardımıyla, evet.
- Çok güzel. Size reddedemeyeceğiniz bir teklifim var.

Konuşma fazla uzun sürmedi. İblis, elinde küçük bir bavulla kulesinden çıktı ve zebanilere kalan eşyaları toplamalarını söyledi. Kuleyi viski üretimi için Jim ve Pam'e tahsis etmiş, başka bir kuleye taşınmaya karar vermişti. Her aktivist gibi onlar da sonunda sistemin çarklarına dönüşmüşlerdi. Tüm suç ortakları üretime katkıda bulunacak, ancak ürettikleri viskiden bir damla bile içemeyeceklerdi. İblis viskinin bir bölümünü kendine saklayacak, kalanını da her gün cennetin kapılarına dökecekti. Cennettekilerin bu nimet karşısında ne kadar dayanabilecekleri ise başka bir maceranın konusuydu.

4 Ağustos 2009 Salı

Why so delirious?

Araf, sonsuzluğun bekleme odası olarak bilinir. İnsanlar burada davalarının bitmesini, hakim tarafından kararın verilmesini ve kendilerini diğer tarafa taşıyacak kayığın dolmasını beklerler. Gelecekleri hakkında verilecek kararı etkilemeleri ne yazık ki olanaksızdır. Merhuma haklarını helal etmemiş kişiler dünyada, avukatlar ve günahları affeden rahipler cehennemde, her gün özenle suladıkları bitkiler ve sevgiyle besledikleri hayvanlar ise cennettedir. Karardan memnun kalmayanlar daha yüksek bir mahkemeye başvuramazlar. Buradan daha yüksek bir yargı mekanizmasına ulaşmak yalnız pratikte değil, teoride de mümkün değildir. Sonuç olarak, her devlet dairesi gibi Araf’ta da uzun ve sıkıntılı bir bekleyiş söz konusudur. Aslında bir bekleme odasından ziyade, emekli sandığı sırasını andırır. Bekleyen herkes, hayattan da ölümden de bezmiştir. Ancak ne şikayet edecek bir merci bulabilirler, ne de zaman geçirmelerini sağlayacak bir uğraş.

Heath Ledger kendisi hakkında verilen kararı öğrendiğinde bekleyişin bitmesine sevinse mi, üzülse mi bilemedi. İki zebani eşliğinde cehennemin kapısına doğru ilerlerken gözlerini kapadı ve ilk şoku kolay atlatmayı umdu. Ne var ki kapıdaki yazı etkisini anında göstermiş, Ledger’ın tüm umutlarını ortadan kaldırmıştı.

Kapıdan geçip birkaç adım attıktan sonra gözlerini korkuyla açtı. Karşısında uzanan yemyeşil düzlük, bungee jumping yapan insanlar ve duyduğu neşeli çığlıklar, o zamana kadar biriktirdiği tüm stresi çılgın kahkahalarla dışa vurmasına neden olmuştu. Son rolünde kazandığı deneyim de eklenince, adamın aklını son hızla kaçırması ancak normal karşılanabilirdi.

Yanındaki zebaniye dönüp "Bana o salak fıkradaki ekran koruyucu şakasını yapmıyorsunuz, di mi?" diye sordu. Zebani umursamaz bir tavırla, "saçmalama" dercesine omuz silkti ve Ledger'ı olduğu yerde bırakıp ortadan kayboldu.

Ledger gözlerine inanamıyordu. Ortamın sıcaklığı hayli yüksekti, bir sürü yerde kaynayan kazanlar ve lav çukurları görüyordu, hatta kükürt kokusundan burun kemiği sızlıyordu ama birkaç yüz metre ileride insanların çılgınca eğlendiği yeşil bir alan vardı. Kare şeklindeki devasa yeşilliğin dört kenarında birer adam oturuyordu. Onlar ellerini oynattıkça tepesi görülmeyecek kadar yüksek bir platformdan kahkaha - çığlık karışımı bir ses yükseliyor, ardından bir grup insan bağırarak aşağı uçuyordu. Ledger geniş adımlarla kalabalığa doğru ilerlerken, ellerini cebine sokup hızlı ve sinirli adımlarla yürüyen, öfkesi yüzünden okunan bir adamla karşılaştı. Adam iyi giyimliydi. Cehennemde takım elbiseyle dolaşabildiğine göre oldukça nüfuzlu olmalıydı. Ledger’ın hevesle ilerlediğini görünce kolunu tuttu.

- Yerinde olsam oraya gitmezdim. Hepsi delirmiş bunların.
- Çok eğleniyor gibi görünüyorlar ama. Kim onlar? Burada çimen olması tuhaf değil mi? Başka ne tip eğlenceler var? Şu dört adam neden yerde duruyor? Platformun tepesini neden göremiyoruz? Neden gökyüzü...
- Sakin ol! Yeni olduğunu bu kadar belli edersen burada yerler seni. Saçın ve makyajından anladığım kadarıyla sen Heath Ledger'sın ve Joker'in etkisinden kurtulamamışsın. Ben Bugsy Siegel. Las Vegas'ın kurucularındanım. Burada da küçük bir kumarhane kurdum. Yani aslında senin çimen sandığın şey büyük bir çuha. Buradaki oyun için bu kadar büyük olması gerekiyor, nedenini sonra anlatırım.

Bu arada Bugsy de Ledger'la yürümeye başlamıştı. Birlikte çuhaya yaklaşırken alanın çevresindeki dört adamın da yüzleri seçilmeye başlamıştı. Ledger Al Capone ve Marlon Brando'yu tanıdı. Diğer iki adamdan 18. yüzyıl kıyafetleri giyenin yanında büyük bir hamburger tepsisi bulunuyordu. Diğer adam ise yanında bulunan yüzlerce kağıdı zaman buldukça imzalıyor ve ulak görünümlü birine veriyordu.

- İblis kumarhaneyi açmama izin verdi ama bunun cezam olduğunu başta fark etmedim. Masada gördüğün dört hıyar yüzünden şu anda borç batağındayım ve cehennemde olduğumuz için kasa her zaman kazanamıyor. Aslına bakarsan kasa hiçbir zaman kazanamıyor.

Bugsy yarı öfke, yarı ümitsizlikle içini çekti ve konuşmaya devam etti.

- Şu kağıtları imzalayan adam Sülün Osman. Şu anda oyun oynanan alanı bana satan o. Nasıl yaptığını bilmiyorum ama hala cehennemden arazi satmaya devam ediyor. İblis'le anlaşıp tüm satış işlemlerini hallettiğini söyledi, benim de salaklığıma geldi, imzayı attım. Şu anda yedi ceddimin ruhu Şeytan'a satılmış durumda ama nasıl olduğunu aklım almıyor bir türlü. Yanında hamburger tepsisi olan adam John Montagu, Sandwich Kontu. İşletmenin yiyecek işlerini üstlendi. Sandviçleri berbat ama burada yiyecek daha iyi bir şey yok. Bir şekilde ona da borçlu çıktım. Ödeyemeyince Al Capone'a haber verdi.

Bu arada Bugsy ayakkabılarını çıkarıp topuklarını gösterdi. Adamın topukları yamuk yumuk, sert ve tuhaf bir renkteydi. Al Capone topuklarına o kadar çok sıkmıştı ki, Bugsy ismini "Kurşun Topuk" Siegel olarak değiştirmek zorunda kalmıştı.

- Tahmin edersin ki işin içine mafya girince borcum hızla artmaya devam etti. Üstelik dördüncü oyuncu bulunamadığı için henüz kumarhanede bir el bile oynanmamıştı. Yardım istemek için gerçek bir baba gerekiyordu. Marlon Brando da oyuna böyle katıldı. Ama sürekli rol kesiyor, daha bir faydasını göremedim.

Ledger hikayeye o kadar kaptırmıştı ki, çuhadan giderek uzaklaştıklarını ve tepeyi tırmandıklarını fark edemedi. İki adam ağır adımlarla tırmanmaya devam ederken Bugsy oyun hakkında bilgi veriyordu.

- Poker oynamayı çok istedik ama burada sadece tarot kartları kullanabiliyoruz. Onlarla da ancak 51 oynanıyor. Çok sıkıcı olduğu için kurallar biraz değiştirildi. Şu bungee jumping yaptığını düşündüğün insanlar var ya... Onlar iskambil kağıdı olarak kullanılıyor. Kılıçlar için yeniçeriler var mesela. Kılıçların onlusunu atacakları zaman on tane yeniçeriyi tepeden aşağı gönderiyorlar. Tahmin edeceğin üzere, o kadar yüksekten düşen herkes yere çakılınca kağıt gibi oluyor. Yukarıda sırasını bekleyenler de deliriyor elbette. Kahkahayla karışık çığlıkların nedeni bu.
- Kupalar için kimleri kullanıyorlar? Alkolik sporcuları mı?
- Hayır. Bunun için eski papalardan yararlanıyorlar.
- Ama onların cehennemde ne işi var ki?!
- Papa XVI. Benedictus'u düşün. Cehennem için biçilmiş kaftanlardan söz ediyoruz burada.
- Vaov... Seninle karşılaşmam büyük şans oldu Bugsy. Bu kadar bilgiyi kimseden alamazdım herhalde.
- Şans, tesadüf... Bunlar hayattayken sorumluluktan kaçmak için uydurduğumuz kavramlar. Burada saçmalıklara yer yok. Tanrı zar atmaz Joker.
- Zar atmak mıaaaaaaaaaaa!!! Ahaaaaaaaaaaaaa!!! Ahahahahahahahahahaha!!!

Bugsy Ledger'ı aşağı iterken "Ruhlardan birini daha kurtardık. Kısa zamanda kâra geçerim artık." diye düşünüyordu. Aşağıdan Marlon Brando'nun kahkahası ve Sülün Osman'ın küfrü duyuldu...

- Oha! Jokerle bitti vay ibne!

3 Ağustos 2009 Pazartesi

Hell(o) Queen!

Bu sefer başka, bambaşka.
Kraliçeler birbirine girdi.
Cehennem Kraliçesi olmak için.


Yine bir cehennem günü, yine cehennem gibi bir gündü elbette. İblis odasında öfkesinden köpürüyor, bir aşağı bir yukarı volta attıkça ucu bucağı görünmez kapkaranlık tavanını –her nasıl oluyorsa- zangır zangır sallıyordu. Karşısındaki zebani korkudan büzüşmüş, küçülmüş, ufacık bir nokta haline gelmişti neredeyse. Tir tir titriyordu. Zebaniler aralarında çöp batırmış (Evet, batırmış. Bu tarz seçmeler için çöp çekmece değil, çöp batırmaca oynanırdı cehennemde.) o günkü isyanı İblis’e bildirecek cenabetin hangisi olacağına bu şekilde karar vermişlerdi. Sakınan göze mi yoksa başka bir yere mi çöp batar diye tartışırlarken, piyango şimdi İblis’in odasında titreyip durmakta olan zebaniye vurmuştu. Daha önceleri cenabet seçmek için kutup ayılarından faydalanıyorlardı. Ne de olsa, cehennemden ala çöl bulmak olanaksızdı. Ancak bu, başka bir hikayenin konusudur.

Cehennemde başgösteren isyan aslında daha önceleri ufak ufak filizlenmeye başlamıştı ama İblis dahil hiçkimse müdahale etmeye cesaret edememişti. Tarihin kadim kraliçelerine cehennem dar gelmiş, iktidar hırsı burada da gözlerini döndürmüştü. Görünen oydu ki, kraliçe olabilmek için ellerinden geleni artlarına koymayacaklardı.

İblis, durumun vehametinin farkındaydı, ama öfkesini kontrol edemiyordu. Biryandan da olayın nasıl olup da bu kadar büyüdüğünü merak ediyordu...


- Kocaları yok mu bunların?

- Biri hariç hepsinin var ama, kocaları onlardan korkuyor. Hatta Napolyon bu işe kesinlikle karışmayacağını, karısının içinde bulunduğu bir kavgadan sizin asla sağ çıkamayacağınızı söyledi. Bir de güldü utanmadan. Şimdi ne yapacak İblis, çok merak ediyorum, şapa oturduğunun resmidir, dedi. Ona göre, eğer biri size pabucunuzu ters giydirecekse bu kesinlikle Josephine olurmuş.

- Yok canım?

- Evet kulaklarımla duydum, aynen böyle söyledi. Süleyman ve Sezar da kendilerini odalarına kapatmış. Hürrem ile Kleopatra son zamanlarda pek sıkı fıkı olmuşlar. Hürrem, Josephine ile Elizabeth’in adamlarını boğdurtuyor, Kleopatra da mumyalatıyormuş. Bakmışlar böyle olacak gibi değil, 4 kraliçe bir araya gelmişler. Katerina, Victoria, Mary ve Antoinette’ e karşı birleşme kararı almışlar.

- Deme yahu, çok heyecanlı. Ee sonra?

- E öbürleri de boş durmamış tabi. Mari Antoinette dev bir pasta yaptırıyormuş. Diğer dördüne nazik bir mesaj eşliğinde yollayacakmış. Güya barışalım diyecek yani. Kraliçeler pastayı yiyip şişmanlayınca moralleri bozulacakmış. O zaman istediği gibi psikolojik baskı kurabilirmiş üstlerinde. Katerina da Hürrem, Josephine, Kleopatra ve Elizabeth’in adamlarını taciz ediyormuş. Pek çoğunu baştan çıkarmayı da başarmış üstelik.

- Ooof of.. Biliyor musun zebani. Ben buraya ilk geldiğimde cehennem bomboştu. Tanrı beni cezalandırdığını söyleyip buraya yollayınca bundan güzel ceza mı olur diye sevinmiştim. Her zaman nefret ettiğim insanlardan uzak tek başıma sakin bir hayat sürecektim. Bana verdiği cezanın inceliğini çok sonra anladım. İnsanlarla uğraşamıyorum. Üstelik sonsuza kadar gelmeye devam edecekler. İlk defa ne yapacağımı bilemiyorum. Gerçekten de ne ister kadınlar? Nasıl başa çıkabilirim onlarla?

- Efendimiz ben de bilmiyorum ama önünü alamazsak, sizin tahtınıza da göz dikmeleri an meselesi.

- Düşünüyorum. Bu işi belki ben halledemem ama..

- Ama?

- Halledebileceğini düşündüğüm biri var.

- Kim efendimiz?

- Hmm.. Ben neden bunu daha önce düşünemedim ki? Tabii ya !

- Nedir o efendimiz? Yine ne şeytanlık geldi aklınıza?

- Şu ilanı cehennemin en görünen yerlerine asın.

- Başüstüne. Bakabilir miyim? Ama? Hahahahahaha! Kudretli efendimiz. Harikasınız! Tam bir şeytansınız!

- Saçmaladığının farkında mısın zebani?




Ertesi gün cehennemin dört bir yanına asılan ilanlarda, kraliçeliğe adaylığını koymak isteyenler için bir adres gösterilmişti: Matild Manukyan. Kraliçeler gerçekten de paniklediler. Önce bu hiç tanımadıkları kadın hakkında kendi nüfuzlarını kullanarak bir araştırma yaptılar. Elde edebildikleri tek bilgi kadının rekortmen bir patroniçe olduğuydu. Bu küçük bilgi bile kraliçelerin sırtından aşağı tedirgin bir ürpermenin yayılmasına yetiyordu. Mülakat günü kraliçeler en güzel kostümleriyle olağanüstü meziyetlerini sergilemek için Manukyan’ın karşısında hazırdı. Hepsi de kendinin seçileceğinden emindi, mağrur tavırlarından taviz vermiyorlardı. Matild Manukyan, yan yana dizilmiş kuzu kuzu bekleyen kraliçelerin önünde bir aşağı bir yukarı voltalar atıyor, her birini tek tek dikkatle inceliyordu.

Gergin sessizliği Elizabeth bozdu, üzerindekiyle baskıyla daha fazla başedemeyeceğini anlayıp bağırdı:

- Ben bakireyim!

Matild Manukyan hızla Elizabeth’e döndü, gözleri parlıyordu. Elizabeth de dahil diğer tüm kraliçeler bu ani değişiklik karşısında ürperdiklerini gizleyemediler. Manukyan konuştuğunda, kraliçeler gerçekte neyle karşı karşıya olduklarını kesinlikle bilmiyorlardı.

- En yüksek fiyatı alan, kraliçe olur!

Evet, hiç ama hiç bir şey anlamamışlardı. Manukyan’ın tek düşündüğü ise, düzenlenecek bir açık artırmayla kraliçeleri satıp yepyeni bir rekora imza atmaktı. Kraliçelere ertesi gün için hazırlanmalarını söyledi ve yanlarından ayrıldı...


To be continued: Kraliçe Pazarı!
Çok yakında!

13 Temmuz 2009 Pazartesi

On the road

- Abi o sonuncuyu içmeyecektik ya... Bugün kendime gelemem ben, kafam çok fena.
- Olm şunun şurasında kaynar su içiyoruz, meze olarak kükürde kömür banıyoruz. Sarhoş mu olduk şimdi biz?
- Olduk abi. Fena olduk. Bir de galiba bir halt yedik biz.
- Kömür işte?
- Yok abi. Bu biraz farklı. Galiba o kafayla cehennemi Antarktika'ya taşıdık.
- Ohaaaa! Ben de bu serinlik nereden geliyor diyordum! E peki İblis?!
- O Michael Jackson'ın cenazesine gitti, biz de fırsattan istifade edip içtik ya, hatırlamıyor musun?
- Ulan salak! Ben Napolyon'um, deliyim. Sen neden bana uydun ki Allah'ın denyosu?!
- Ben neyim abi? Büyük İskender'in hedefleri de deliliği de büyük olur dedin, gaza geldim.
- Ya İskender, git Allah aşkına! Antarktika'da ne işimiz var olm, neden buraya geldik? Neden beni uyarmadın? Ibiza var şuracıkta, eğlencenin dibine vuruyorlar! Biz ne halt etmeye geldik buraya?!

Biraz geri gidelim sayın okur...

- ...ondan sonra İblis yapıştırmış cevabı. Tanrı da bi' sinirlenmiş. Yer misin yemez misin! Atmış bunu cehenneme. Doldur koçum doldur. Ya burası çok sıcak olmadı mı İskenderim?
- Cehennem sıcağı şerefsizim. Niye böyle ki?
- Cehennemdeyiz diye herhalde. Antarktika'da olsaydık şimdi, böyle serin serin. Buz da var orada. Biliyor musun İskenderim, boşa yaşıyoruz olm. Şu içkiyi de soğuk içemeyeceksek boşuna yaşıyoruz!
- Hocam çok uzak Antarktika. Nasıl taşıyacağız ki koskoca cehennemi? Deli işi valla.
- Büyük İskender'in hedefleri de büyük olur, deliliği de! Hem arkanda koskoca Napolyon var!
- Taşıyalım o zaman abi.
- Hadi bakalım, tut bir ucundan. İstikamet Antarktika!

Olayı anladın sayın okur. Peki nasıl oldu bu iş?

Malum, yedi kat derinden geliyor bunlar. Magmada takılırken Etna'ya uzanan bir boru buluyorlar, başlıyorlar itmeye. Sadece iki kişi ittikleri için fazla gürültü patırtı olmadan, yavaş yavaş çıkarıyorlar cehennemi yukarı. Sonra Sicilya sahil yolundan basıyorlar, deniz havasıyla püfür püfür ilerliyorlar. Cebelitarık'tan geçerken İspanyol sınır karakolu biraz sorun çıkarıyor. Orada bir arbede oluyor, itişme kakışma derken, görevli Fernando “Az bekleyin, bizimkileri toplayıp geliyorum sanzofbiçız!” gibi bir şey söylüyor. O sırada cehennem ahalisi de olaya uyanmış, Napolyon'la İskender'e “Yapmayın abiler, İspanyol'la İspanyol olmayın” diyorlar. Bizimkiler de o boşluktan yararlanıp sıvışıyorlar aradan, sonra ver elini okyanus. Velhasıl kelam, sabaha karşı kendilerini Antarktika'da buluyorlar.

Şimdi isterseniz bugüne dönelim.

- Vay anasını be arkadaş! Kaçla gittin olm, bir gecede Antarktika'ya varılır mı ya?
- Tek rakibim THY hocam, biraz deli kullanırım ben.
- Ya kaza falan yapsaydık? Hem alkollüsün de. Çevirme olsaydı ne diyecektin?
- Abi ölüyüz zaten. Hem çevirme olsa da bizim güzellik kraliçelerinden birini gösterirdik, her şekilde geçirirlerdi. Şimdi İblis'e ne açıklama yapacağız, onu düşünüyorum ben. Bir dakika ya... Abiiii... İsmini andık da...
- Geliyor olm! Vallahi geliyor! Şimdi fena sıçtık!

Geldi tabi. "Eve gidince görürsünüz siz" demeye bile gerek duymadı. Gerçekten fena sıçtılar. Çok fena.

12 Temmuz 2009 Pazar

Heybeliada’ya dönüş

Kadın vapurdan indiğinde ıspanaklı börek kokusu alır gibi oldu. Kendi kendine gülümseyip "ilk hatırladığım bu olamaz" diye düşündü. Sahildeki dondurmacılar yine doluydu, ada sakinleri bu yaz da yerlerinden pek fazla kıpırdamamışlardı. Parkın oradan mı gitsem, sahilden mi devam etsem derken sahil yolunda yürümeye başladı. Eskiden diğer yolda hep kaybolurdu ve bu kez kaybolmayı pek göze alamıyordu. Balık tutanları ve güneşin altında amaçsızca yürüyenleri izleyerek devam etti.

Sahil yolunun sonundaki parka gelince durdu. Küçük bir kız parkın kumları üzerinde koşuyordu. Salıncaklara fazla yakındı. Kadın ona hiçbir şey söylemedi, durdurmaya çalışmadı. Küçük kazaların büyük sorunlara neden olmayacağını, çocuğun bu kazadan ders alacağını ve yıllar sonra canının acısını değil, kendisine gösterilen ilgiyi hatırlayacağını biliyordu.

Faytonların yanından geçti, çocukluğunda çok geniş gördüğü sokağa girdi. Yolu tam olarak kestiremese de çok yabancı değildi. Sinagogdan yine ilahiler yükseliyordu. Yapı eskiden bu kadar beyaz değildi sanki. Sesleri hiç bu şekilde duymamıştı.

Sinagogun yanındaki bahçenin kapısını açtı. Bisikletiyle denge kurmaya çalışan küçük kıza gülümsedi. İki yan tekerleğini yeni çıkarmış olan kız aşırı bir özgüvenle el salladı. Dengesini kaybedip düştüğünde "tamam tamam, bir şeyim yok" diyerek kalktı, beceriksizce ama hırsla pedal çevirmeye devam etti.

Kadın merdivenleri ikişer ikişer tırmandı, zili çaldı ve martı sesleri arasında 23 yıl önce eksilen evin kapısında bekledi. Ispanaklı börek kokusu konusunda yanılmadığını sevinçle fark etti.

- Laleeee! Torunun geldi!
- Ah annesinin loçkası! Neden geldiğini haber vermedin? İskeleden alırdık seni.

Kucaklaştılar. Anneanne torununu üç kez öptü, her öpücüğünün arasına bir anneanne sözü sıkıştırdı. Torun anneannesinin yanaklarını sıktı, saçlarını okşadı. Sarılma faslını çok uzatmadı. Kucaklaşma çok uzarsa anneannesine hafakanlar basardı. Birlikte balkona çıktılar.

- Kenan, bak kim geldi. Hatırladın mı?
- Tomi! Gel bir sarılayım sana! Kocaman olmuşsun!

Dede ve torun 23 yıl aradan sonra kucaklaştılar. Anneanne balkonu gölgeleyen ağaçtan birkaç incir kopardı, oracıkta yıkayıp masaya koydu.

- Ye hadi. Bak çok zayıflamışsın zaten. Hiçbir şey yemiyor musun be kızçem?
- Yiyorum canım. Birazdan börek gelince görürsün ne biçim yediğimi. Hem ben incir sevmem ki anneanne, küçükken de yemezdim. Unutmuşsun.
- Ah be loçkam, aklım yeni yeni yerine geliyor. Son zamanlarımda anneni bile hatırlamıyordum, senin incir sevmediğini nereden hatırlayayım? Dut seviyor muydun bari? Börekten sonra bahçeden toplarız. Ah be kızım, çok zayıflamışsın gerçekten. Sen en son beş yaşında görmüştün Kenan. Biraz boyu uzadı, kilosu değişmedi.
- Deme öyle kızıma. Zayıflık da yakışmış. Belki burada toparlar biraz, güzel güzel besleriz onu.
- Balık tutmaya da gider miyiz dede?
- Akşama doğru gideriz. Sonra Lalem de gelir, biraz yürürüz sahilde.
- Ne güzel oldu yine bir araya gelmeniz. Sizi hiç ayrı düşünmek istemiyordum zaten. Hala birbirinize aşıksınız di mi?
- Ah be maymuncuk!

Az sonra dünyanın en güzel ıspanaklı böreği masadaydı. Hayranlık uyandıran eski güzelliğine ve zarafetine yeniden kavuşan Lale, çok sevdiği ama utangaçlığından belli edemediği eşi ve torunuyla mutluydu. 23 yılın ardından ilk kez bir araya gelen üçlü sadece havadan sudan konuştu. Hem anılardan bahsedildi hem de kadının geleceğinden. Her zaman serin ve gölgeli olan balkonda, özlemeye değer bir gün geçirdiler. Huzuru kaçıracak cümleler gerçek hayatta kalmıştı.

Balık tuttular, dondurma yediler, hatta kadın yaşına başına aldırmadan salıncakta sallandı. Son vapur için iskeleye yürürken Lale anlatıyordu...

- Doğduğunda herkese seni anlatırdım. Komşulardan utanıyordum artık, İnci aşağı, İnci yukarı. Ama torun çok seviliyor. Çocuk ceviz, torun çevizin içi. Hem sen ilk gözağrımsın, nasıl anlatmayayım? Dedenin de kıymetlisiydin. Kendi kızına kızar, sana bir laf getirmezdi. Biz giderken sen de herkesten önce asansörün kapısında bekler, "Toni! Ben de size geleceğim, kaçalım hemen!" diye dedeni çağırırdın.
- Sizde kalmayı çok özledim anneanne. Binmesem bu vapura? Bu gece sizinle kalsam olmaz mı?
- Burada olmaz loçkam. Hem üzülme, yine gelirsin. Bak, hava kararıyor. Geç kalacaksın.
- Sen karanlıktan da korkardın anneanne. Her şeyden çok korkardın sen. Seni burada bırakmayı hiç istemiyorum.
- Herkes burada annem. Karanlık da olsa yalnız değilim ki. Deden de burada hem. Ağlama n'olur. Kıyamam ben sana. Geri dönmen gerek artık. Asıl annen orada yalnız kaldı. Sana ihtiyacı var.

Kadın anneannesini ve dedesini son kez kucakladı. Bu kez uzun uzun, sıkı sıkı. Adadan ayrılmak üzere vapura bindi. El sallarken Lale seslendi:

- Bundan da mı hikaye çıkaracaksın?
- Hikaye değil anneanne. Bu sadece veda.
- Veda etmene gerek yok İncim. Seni çok seviyoruz, yine gel.
- Ah be anneannem...


Ah be anneannem...

25 Haziran 2009 Perşembe

Take Me To The Other Side - End Of The Story


Onun hikayesine burada başlamıştım, burada ve burada devam ettim... Ölüm Meleği onu arıyordu. Hikayenin ilk 3 ayağını yazdıktan sonra dördüncü ve son ayağı için uzunca bir süre beklemiştim... Sanırım artık gerek kalmadı. Azrail, Michael Jackson'ı buldu. Bu öykü de böyle sona erdi. Rahat uyu Michael Jackson. - THE END -

11 Haziran 2009 Perşembe

bazıları sıcak sever



"sensiz yaşayamam" diyen pek çok aşık muradına erdikten kısa süre sonra gözlerini açmış ve önermesini "seninle daha fazla yaşayamam" şeklinde değiştirmiştir. biraz mantıklı olup da birbirine "ölene kadar" diye söz veren aşıkların da kayda değer bir bölümü 40 yaşına gelmeden yan çizer. yine de ölene kadar devam eden aşklar yok değildir. hatta bazıları ölümü bir son olarak görmezler. bunak yaşlıların eşlerini misafir olarak ağırlamaları bundandır. (bazı istisnalar sadece eğlenmek için canlıları ziyaret eder, korkutup kaçarlar.) farklı bir tür aşık ise sıcak sever. onları değil ölüm, cehennem bile ayıramaz. marilyn monroe'nun ölümüyle başlayan intihar furyası bunun en güzel örneklerindendir.

cehennem vakanüvisleri monroe'nun öldüğü yılı tek kelimeyle "verimli" olarak tanımlarlar. ona hayran olan erkeklerin haricinde, marilyn kopyası olup aynı şekilde iz bırakmak isteyen pek çok sarışın da bu dönemde intihar etmiştir. bu yoğunluk nedeniyle cehennemin bir bölümü "marilyn monroe kamp alanı*" ismini almış ve bu bölgeye özel bir vakanüvis** atanmıştır. ne var ki bu vakanüvis pek kayıt tutamamıştır. bu nedenle bilgilerimiz monroe'nun eşi arthur miller'ın yazılarına dayanmaktadır.

miller'ın kayıtları, cehennemde kaleme aldığı ve daha sonra sahneye aktardığı "the misfits 2: cennette yerin yok" isimli eserinde toplanmıştır. ancak eser objektif bir bakış açısıyla yazılmadığı gibi, şüphe uyandıran ayrıntılar da içermektedir. bunlardan biri, marilyn'e asıldığı öne sürülen john f. kennedy'nin miller'dan yediği dayaktır.

eserin ilgi çeken bölümlerinden bir diğerinde billy idol'ın monroe'ya açtığı savaştan bahsedilir. monroe'nun gördüğü ilgiden rahatsız olan idol, cehennemin en ünlü en sarışını olduğunu ilan etmiş ve kampa saldırmıştır. bu olay sonucunda idol, monroe ve tüm kopya monroe'lar "en ünlü en sarışın benim!" nidalarıyla birbirine girmiş, çıkan arbedede 500'ün üzerinde monroe saçlarını kaybetmiştir. karşısında bir marilyn monroe ordusu gören billy idol, gerçek monroe'yu ararken savaş alanında kaybolmuş ve hükmen mağlup sayılmıştır.

günümüzde marilyn monroe kamp alanı hala üye toplamakta ve yolu sevgiden geçen herkese dinlenme tesisi olarak hizmet vermektedir.

* bölgenin kamp alanı olarak anılmasının iki nedeni vardı. birincisi, paparazzilerin ilginç bir haber bulma umuduyla oraya kamp kurmasıydı. dedikodu malzemesi bulamamak ise bir paparazzinin başına gelebilecek en kötü şeydi. ikinci ve daha önemli neden, monroe hayranı erkeklerin pantolonlarında sürekli bir çadırla gezmeleriydi. bölgeye isim veren zebaniler ise böyle seviyesiz imalarda bulunmaya doğal olarak bayılıyorlardı.

** burada vakanüvislik yapmak elbette bir cezaydı. kayıtlardan kısa bir örnek vermek gerekirse:
19.55: marilyn monroe'nun eteği rüzgarda açıldı.
19.56: iki marilyn monroe'nun daha eteği rüzgarda açıldı.
19.57: eteği açılan marilyn monroe'lar sekize çıktı.
19.59: her yer eteklerini rüzgarda açmak için deli gibi koşuşan sarışın kadınlarla dolu. aynı dünkü gibi. sıkıldım. pfff...
göreve başladığında paparazziler kadar şen olan vakanüvis, ilerleyen günlerde bir kez intihar etmiş, gözlerini açıp kendini aynı yerde bulunca kaderinden kaçmaktan vazgeçmiştir. daha sonraki tüm kayıtların birbiriyle aynı olması, adamcağızın durumu kanıksadığını ve kopyala-yapıştır fonksiyonlarını çözdüğünü göstermektedir. zamanının büyük bölümünü sıkıntıdan uyuklayarak geçirdiği için bölgenin sayılı önemli olaylarını da kaçırmıştır.

11 Mayıs 2009 Pazartesi

Sansüre Sansür için ne dedi?

İblis: “Ben desteklemiyordum başta. Daha doğrusu beni ilgilendirmez diyordum. Sonra baktım, günah oranları ciddi şekilde düşüyor. Zararlı materyalleri paylaşmalarına izin verilmeli insanların. Sonuçta sizin bir özgür iradeniz var diye isyan çıkardım ben. Madem birbirinizin özgürlüğünü kısıtlayacaktınız, ben ne demeye cehennemdeyim şimdi? Sonra eski günlerim geldi aklıma. Sansürlü bir ağaç vardı, ben onu erişime açmıştım. Hepiniz memnunsunuz ki, dünyaya bayılıyorsunuz, ömrünüzü bir kaç gün olsun uzatabilmek için yapmadığınız diyet, spor yok bakıyorum. Zaten doğanıza aykırı. Karar verdim, destekliyorum artık. Kesinlikle herşey serbest olmalı. Burada pek işe yaramıyor gerçi. Destek için cehennemin bazı bölgelerini sansürledim. Kimse umursamadı. Çok sevindiklerini bile söyleyebilirim. Ben de başka bir şeytanlık düşünerek hepsinin umutlarını sansürledim. Umutlanmak yasak şimdi. Cehennemi bir görmelisiniz. Neden daha önce aklıma gelmedi bu diye hayıflanıyorum. Yakında buradaki ahaliden de dünyadaki bu oluşuma destek gelir. Desteklesinler diye yaptım zaten. Tek kelimeyle harikayım yahu!”

YAY! a Gaipten Destek Korosu

"Sansüre Sansür" başta internet olmak üzere pek çok platformda sansüre dur demek için örgütlenmiş bir oluşum. Sansüre karşı ortak bir bilinç oluşturmak üzere başlattıkları YAY! hareketine destek vermeye çağırıyoruz tüm bloggerları. Yukarıdaki videolardan 5 tane var. İster hepsine isterseniz bizim gibi bir tanesine blog kayıtlarınız arasında yer verin. Yaymayalım kendimizi, YAYalım. Ayrıntılı bilgiyi buradan alabilirsiniz.

9 Mayıs 2009 Cumartesi

beat me to the end of love

- lütfen sırayı bozmayalım! cennette ve cehennemde herkese yetecek kadar yer var, acele etmeyin! beyaz giysililer sağa, siyah giysililer sola lütfen! sırayı bozmayalım!

"huylu huyundan vazgeçmiyor" diye düşündü görevli melek. dünyada olduğu gibi burada da sürekli bir itiş kakış yaşanmaktaydı. nedense herkes öne geçmeye çalışıyordu bir şekilde. cennete gönderilenler biraz daha sakindi. muhtemelen hayatlarını ot gibi geçirdikleri için öldüklerinde de üstlerindeki rehaveti atamamışlardı. cehenneme gönderilenler ise çıldırmış gibiydi. sürekli şikayet ediyor, sanki ilerleyecek yer varmış gibi adım atmaya çalışıyor ve durdukları yerde kavga çıkarıyorlardı. gidecekleri yer de matah bir şey olsa... cehenneme gidiyorsunuz yahu! bu ne heves?

melek sıkıntıyla küfür etmek istedi. ancak melek olduğu için yapamadı. neredeyse "bize yasaklanan şeyler çok saçma olabiliyor" diye düşünüp cehennemlikler listesine katılacaktı ki, kıl payı kurtuldu. çünkü cehennem sırasında tuhaf bir durum söz konusuydu.

- beyefendi, ne yapıyorsunuz orada?
- söyleyemem. gizli bir görevim var.
- az sonra cehenneme gideceksiniz beyefendi. daha neyi gizlemeyi düşünüyorsunuz ki?
- polis misiniz siz?

yaşlı adam paranoyak bakışlarını meleğin gözlerine dikti. feri sönmüş gibi görünen gözler bir yandan delici bir şüphe yansıtıyor, diğer yandan tuhaf bir sükunet bulutuyla gölgeleniyordu. iğne ucuna dönmüş gözbebeklerine bakarken melek, kafası bu kadar güzel olan birine söyleyeceği her şeyin anlamsız kalacağını gördü.

- eee... öyle de diyebiliriz. evet.
- bakın, doğrusunu söylemek gerekirse ben de şu anda neler olup bittiğini pek anlamıyorum. ben yazar ve aynı zamanda part-time özel dedektifim. az önce bir otel odasındaydım ve yan odada olup bitenleri dinliyordum. bir yandan da yeni kitabımın "cut-up"larını yapıyordum. bir cümlede takıldım, stres yapmaya başladım. bu şekilde iki işime de konsantre olamıyordum. biraz morfine ihtiyacım vardı. fazla değil, birkaç miligram. sonra kendimi burada buldum. neyi beklediğimden emin değilim. ama büyük bir şeyler oluyor, hissediyorum. herkesin konuşmalarını dinlersem bir sonuca varabileceğime inanıyorum. bu yüzden sırayla herkesin üstüne böcek yerleştiriyorum.
- bok böceğiyle mi dinleyeceksiniz?
- burada sadece onlar var, ne yapayım? üstelik bu böcekler tanrı'nın elçisi. belki insani değil ama tanrısal haberler getirecekler ve böylece sadece üzerinde çalıştığım olayı değil, hayatın anlamını bile çözebileceğim.
- o eski mısır'daydı beyefendi. şu anda tanrı'nın elçisi görevinde ben varım.
- hmm... gizli polis yani. o halde biliyor olmalısınız, yan odadaki adam karısını aldatıyor mu, aldatmıyor mu? bana sağlam bir kanıt sunabilirseniz harika olur. ücretimi peşin alıp metadon tedavime devam edebilirim. inanın, bu boku gerçekten bırakmak istiyorum.
- şey... bunun için biraz geç kaldınız. bakın, dinleyin. bence kafanız hala güzelken keyfini çıkarın. yakında her şey değişec... beyefendi! ne yaptığınızı sanıyorsunuz?

kısa boylu, tombulca, saçı sakalı birbirine karışmış adam elini meleğin belinden çekti ve gözlüğünü düzeltti. bu adamın gözleri de aynı dumanlı bakışları taşıyordu. cehenneme giriş sınavının bağımlılıkla ilgili sorularında bu adamların tek bir yanlış cevap vermediğinden emindi melek.

- bir melek kadar çılgın ve bir yakarı kadar etkileyici! amerika! sana her şeyimi verdim! oysa gerçek tatmini bulmam için beni yıllarca beklettin! şimdi güzel melek, lütfen söyle bana, kaç santim?
- ne?!
- yanlış anlamadın melek. seni hiçbir şeye zorlayacak değilim, öyle bir adam değilim ben. ama bir şeyler içmeye gitsek, şiirden, hayattan ve politikadan bahsetsek... zamanımın dehaları deliliğin dehlizlerinde, isterik ulumalar ve arayışlar içinde. oysa sen melek, sen beni tamamlamak için gönderildin! içimdeki boşluğu doldurman kurtuluş, kıçımdaki boşluğu doldurman ise sonsuz tatmin demek!
- allen... lütfen genç bayanı rahat bırak.

melek yanlarına yaklaşan adamı rencide etmemek için burnunu kaşır gibi yaptı ama adamdan yükselen alkol buharı ciğerlerine işlemişti bile. bu adamın cehennemde olmak için tek ihtiyacı yanında çakılacak bir çakmaktı. yine de mantıklı görünüyor ve ukala bir ses tonuyla gayet düzgün cümleler kuruyordu.

- o genç bir bayan değil jack. el değmemiş bir güzellik o.
- doğru söylüyor bay...
- kerouac. jack kerouac. ve bir sorunum var.
- buyrun, dinliyorum.
- beni cehennem sırasına yerleştirdiğinizi görüyorum ve bunun bir hata olduğundan eminim. melek kontenjanında olmam gerekiyordu.
- bay kerouac, elimdeki verilere göre hayatınızı alkol, uyuşturu ve biseksüel ilişkilerle geçirmişsiniz. üç eşinize de gereken saygıyı göstermemişsiniz. anılarınızı yazdığınız kitaplar sayesinde koca bir nesli etkilemişsiniz ve görünen o ki cehennem popülasyonuna bol bol katkıda bulunmuşsunuz. bu bilgiler ışığında melek olma ihtimalinizin pek yüksek olduğunu söyleyemem. ne var ki, nasıl böyle bir kanıya vardığınızı da merak etmiyor değilim.
- biyografilerimden biri "desolate angel" ismini taşıyor. bu yeterli mi küçük hanım?
- ona küçük hanım demekten vazgeç jack! ereksiyonumu öldürüyorsun!

melek elindeki listeye bakarak ismi buldu. adama ismini sormak gibi, göstereceği en ufak ilginin felakete yol açabileceğini fark etmişti. ya kendi vücudunda istemediği bir delik açılacak ya da ateşten kılıcını kullanmak zorunda kalacaktı. kaldı ki kılıcın büyüklüğü de adamı tahrik edip insanüstü bir güce ulaşmasını sağlayabilirdi.

- bayyy... ginsberg. şu anda işim olduğunu görüyorsunuz. siz şimdi şu kapıdan geçin ve bekleyin. hayal bile edemeyeceğiniz şeylerle karşılaşacaksınız.

melek çapkın bir tavırla gülümseyerek göz kırptı.

- anlarsınız ya...

hayır, elbette anlamazdı. ama bu sayede melek yalan söylemeden ve kimsenin ruhunu öldürmeden sorununu çözmüştü. aşk söz konusu olduğunda itaatkar ve hevesli davranmaktan kendini alamayan ginsberg kapıdan geçti. çığlığı hafif bir inleme olarak duyuldu ve hemen kayboldu. melek, halinden memnun bir gülümsemeyle kerouac'a döndü.

- bay kerouac, takdir edersiniz ki biyografiniz alelade bir insan tarafından yazıldı. cennet ve cehennem gibi ilahi durumlar söz konusu olduğunda bu tip tanımlar geçersiz sayılıyor. geçenlerde da vinci'nin melek tasvirlerinde kullandığı modelin isteğini de geri çevirmek zorunda kaldık. yapabileceğimiz bir şey yok.
- anlıyorum, siz de emir kulusunuz ama bu kabul edilemez! gerekirse en yüksek merciye başvuracağım!
- evet, haklısınız. bu konuda yapabileceğim bir şey yok ama şuradaki beyefendi size yardımcı olabilir.
- neredeki?
- hemen şu kapıyı geçince sağda.

kerouac yalpalayarak kapıya yöneldi. içeriden yayılan sıcaklık nedeniyle girişe ulaşamadan alev aldı. hemen olay yerine intikal eden zebani birliği külleri temizlemeye başladı. tam ortadan kaybolacakları sırada bir çığlık duyuldu.

- durun! ne yaptığınızı sanıyorsunuz salaklar?! delil onlar! hiçbir yere götüremezsiniz!

zebaniler şaşkın bakışlarını meleğe yönelttiler. meleğin başıyla verdiği küçük işaret le birlikte zebanilerden biri kelepçelerini çıkardı.

- bay burroughs, sessiz kalma hakkına sahipsiniz. şu anda söyleyeceğiniz her şey aleyhinize delil olarak kullanılacaktır. uyuşturucu madde kullanmaktan suçlu bulunuyorsunuz. avukatınızı cehennemde bulabilirsiniz ama bu pek işinize yaramayacak. lütfen sorun çıkarmayın.

melek günü kurtarmanın mutluluğuyla yerine geçti ve dosyasını açtı.

- lütfen sırayı bozmayalım! cennette ve cehennemde herkese yetecek kadar yer var, acele etmeyin! beyaz giysililer sağa, siyah giysililer sola lütfen! sırayı bozmayalım!

26 Şubat 2009 Perşembe

Take me to the other side - 2

Sayın Okuyucu! Bu bir devam hikayesidir, önce

Take me to the other side - intro
ve
Take me to the other side - 1 'i okumalısın!

Geçen iki yıl ne Azrail’i ne de İblis’i değiştirmişti ama içinde bulundukları odada ufak tefek farklar göze çarpıyordu. İblis’in makamının etrafında duran uyarı levhalarındaki artış bunların arasında en belirgin olanlardı. "Alper Tunga ölmüştür. Lütfen sormayınız." yazılı levhanın yanına, "Şeytan çıkarma ayinleri kat’i surette yasaktır", "Acil durumlar için 666 ‘yı tuşlayın" ve "Zebani kadrosuna başvuruda bulunmak için müraacaatlar Dante’ye" gibi ikazlar bulunan başka tabelalar eklenmişti. Azrail, tek tek hepsine göz attı ve İblis’e sordu:

- Bu 666 işi nedir Tanrı aşkına?
- Hiçbir fikrim yok. İnsanlar benimle özdeşleştirmiş ama nedenini bilmiyorum. Ben demiştim, ben söylemiştim deyip duran adam var ya.
- Nostradamus?
- Hah evet o. Ona sordum, dünyanın sonu falan dedi. Ben de düşündüm, dünyanın varıp geleceği son nokta burası olacağına göre, kendi odama hat çektirdim.
- İlginç bir fikir. Yine de yanlış biliyor olabileceğin ihtimalini düşünmelisin. Kutsal kitaplardan birinde geçiyor olmasın?
- Sen dalga mı geçiyorsun benimle? Okumadım ki hiçbirini?
- Sen iflah olmazsın İblis.
- Teşekkür ederim.
- Rica ederim!
- Baksana, söylesene, sen okumuşsundur, hatta hepsini ezbere bildiğine eminim. Benden bahsediyor mu?

Azrail sıkkın bir tavırla gözlerini devirdi. Bu hareketi İblis’in gözünden kaçmamıştı.

- Kıskanıyorsun! Benim adım seninkinden daha çok geçiyor diye kıskanıyorsun! Hahahaha!

Azrail sırıttı. Diğer bütün meleklerin içinde gülümsediği zaman en az İblis kadar ürpertici olabilen tek melek oydu.

- Belki sadece senin "ölüm" ü kıskandığın kadar İblis. Ölüm kadar tanınırım ben.
- Doğru, doğru ama ben de "ceza" kadar bilinirim. Ayrıca bu, kutsal kitaplarda adımın seninkinden daha fazla geçtiği gerçeğini değiştirmiyor!
- Sen busun işte, incelikleri kavrayamıyorsun. Benim diğer adım ölümdür. Ve kutsal kitaplar ölümden sıklıkla bahseder İblis. Üstelik senin adından önce, ölüm gelir.

İki düşmanın 5 dakikadan fazla başbaşa kalması, kaçınılmaz bir çekişmeye yol açmıştı. İblis’in alaycılığı ve Azrail’in sabrı hemen hemen aynı anda öfkeye dönüşmüştü. Darwin, bir kere daha tam zamanında odaya dalarak biri düşmüş iki meleğin kıyasıya girişeceği mücadeleyi başlamadan bitirdi. Her ikisi de başlarını çevirip, geniş kanatlı yüksek kapıdan giren Darwin’e ve yanında getirdiği baygın adama baktılar.

İşte ne olduysa o anda oldu. İki melek de feryadı bastı.


- Oğlum!!! Yavrummmm!!!
- Yüce Tanrım sen bizi bağışla, bu da nesi böyle!

Azrail inanamaz gözleri yuvalarından fırlamış bir şekilde İblis’in masasının arkasına sığınmıştı. İblis ise tam aksi yöne atılarak Marilyn Manson’u kucaklamaya çalışıyordu. Durumun vehametini çarçabuk idrak eden Darwin, ikisini de sakinleştirmesi gerektiğini biliyordu ama bunu nasıl yapacağı konusunda hiçbir fikri yoktu. Sonunda birşey yapmadan beklemeye, meleklerin kendine gelmesi için onlara zaman tanımaya karar verdi. Ne de olsa bu adamı ilk gördüğü zaman kendisinin de dili tutulmuş, 3 gün boyunca konuşamamıştı. Baygın durumda havada süzülen adama dakikalarca baktıktan sonra, ilk konuşan İblis oldu.

- Yine yanıldığını bildirmekten mutluluk duyarım Darwin. Bu da Michael Jackson değil! Bu benim oğlum!

Masanın ardından çıkmaya hiç niyeti olmadığı her halinden belli olan Azrail lafa karıştı.

- Saçmalama İblis, oğlun falan yok senin. Ama bir oğlun olduğunu bilseydim, onun kesinlikle bu olduğuna yemin edebilirdim. Her neyse, Charles’ın getirdiği adam Michael Jackson olabilir.

Darwin, Azrail ve İblis’in nihayet sakinleşmesine ve söz sırasının kendisine gelmesine sevindi.

- Başarısızlıkla sonuçlanan ilk denememden sonra uzun uzun araştırdım. Bu kez eminim. Karşınızda gördüğünüz bu adam Michael Jackson’dur! Evrim geçirmiş hali ile tabii.

Azrail çekinerek sordu:

- Eminsin değil mi Charles? Canını almam gereken adam bu mu?
- Evet evet, kesinlikle. Bu adamın Michael Jackson olduğuna dair inancım tam.

Tenis maçı seyreder gibi bir Azrail’e bir Darwin’e bakan İblis sinir küpüne dönmüştü.

- Onu size vereceğimi mi sanıyorsunuz? Oğlum o benim. Michael Jackson’mış pehh! Nereden biliyorsun Michael Jackson olduğunu? İspatla hadi!

Azrail şüpheyle dudaklarını büktü.

- Bunu söylemekten nefret ediyorum ama İblis haklı Charles. Elinde herhangi bir kanıt var mı?
- Şey, hayır ama...

Darwin’i bu zor durumdan kurtaran, aniden başlayıp ardı arkası kesilmeyen ısrarlı kapı vuruşları oldu. İblis kapıya doğru seslendi.

- Meşgulüm, daha sonra gelin.
- Efendimiz, çok hem de çok acil bir durum var.
- Acil olmayan tek bir şey söylesenize bana? Cehennemde herşey çok acil zaten. Meşgulüm dedim, sonra!
- Ama efendimiz!
- NEEE???
- Burada bir kadın var, Darwin’i içeri girerken görmüş, yanındaki adamı tanıdığını ve muhakkak görüşmesi gerektiğini söylüyor.
- Off, pekala, yolla içeri.

Kapı açıldı, içeri muhteşem bir sarışın girdi. Cehennem azabı kadının güzelliğinden hiçbir şey götürmemişti sanki. Vakur bir tavırla yürüyen kadın, odanın ortaında durdu ve içeridekileri zarif bir baş hareketiyle selamladı. İnce kemikli işaret parmağını, havada baygın olarak süzülen adama doğrulttu.

- Müthiş bir yanlış yapıyorsunuz beyler.

Dedi. Darwin hipnoza girmiş gibi kadına bakıyordu, çenesinden usul usul akan salyanın farkında değildi. Azrail iyice meraklanmıştı.

- Beyler mi? O da ne demek?

İblis, havada süzülen adama doladığı kollarını çözerek Azrail’e döndü.

- Bunlar böyle, ya kadın olacaksın ya erkek. Cinsiyetsizlikten haberleri yok. Mutlaka birinden biri olmak zorundasın. Yani en azından pek çoğu böyle.

Azrail, İblis’i boşverip aralarına yeni katılan bu sürpriz konuğa sordu:

- Hanımefendi, bu adamı tanıyor musunuz? Eğer tanıyorsanız bize kim olduğunu söyleyebilir misiniz lütfen?
- Tanımaz olsaydım. Adımı çaldı bu rezil! Tanrı aşkına bir şu sefilin haline bakın bir de benim güzelliğime. Hangi hakla, ne cüretle ismimi çalıyor? Bunun hesabını vermesi gerek. Hem de hemen!
- Adınız Michael mı hanımefendi?
- Michael mı? MICHAEL MI? Beni tanımıyor musun sen?
- Özür dilerim hanımefendi ama hayır. Canını aldığım bütün insanların isimlerini bilmiyorum. Hepsini aklımda tutmuyorum gereksiz geliyor.
- Hmm.. Sarışın sever misin diye sorsam? Ya da sıcak?

İblis küçük bir kahkaha attı.

- Sarışın esmer ayırdetmem, hepsine işkence etmekten zevk duyarım, ama sıcak sevmemek gibi bir seçeneğim yok değil mi?

Azrail sıkılmaya başlamıştı.

- Hanımefendi, lütfen bilmece gibi konuşmayı bırakın da, kim olduğunuzu söyleyin. Hala anlayamadıysanız bir kez daha açıklayayım, burası eskiden yaşadığınız dünyaya benzemez!
- Pekala off, Marilyn Monroe’yum ben. Yaşarken büyük bir oyuncuydum. Herkes bana hayrandı. Bu şapşal da hayranmış demek, adımı çalmış. Bunu duyduğumda deliye dönmüştüm. Hesabını sormaya yemin ettim. İşte şimdi karşımda duruyor ve... ama bu adam neden baygın?
- Marilyn mi? Adamın adı Marilyn mi? Charles! Bak hanımefendi ne diyor! Doğru mu bu Charles?

Ne yazık ki Darwin’in, Marilyn Monroe’yla aynı odada bulunmaktan beyni sulanmıştı. Ağzının kenarından süzülen salyaları toplama zahmetine bile girmeyerek transa geçmiş gibi "Marilyn!" dedi. Aslında Marilyn Monroe’nun dikkatini çekmeye çalışıyordu ama Azrail bu cevabın kendisine verildiğini sandı.

- Charles! Bu ikinci yanlışın! Yalnızca tek bir hakkın kaldı, bilmem farkında mısın? Bir dahaki sefer ya Michael Jackson’u getir ya da katlanarak sana geri dönen cezana hazırlan!

Ve birden yok oldu. İblis, Darwin’in getirdiği bu adamın oğlu olmadığı gerçeğiyle yıkılmıştı. Odada bulunan herkesi kapı dışarı etti. Yalnız kaldığında, sadece kendinin ve oğlunun bulunduğu bir alemin hayaliyle düşüncelere daldı. "Keşke bir oğlum olsaydı" diye mırıldanıyordu.

21 Şubat 2009 Cumartesi

Fear is the path to the dark side

Adam emekleyerek mağaranın çıkışına yaklaştı ve ürkek hareketlerle başını dışarı çıkardı. İki gündür bu mağaradaydı ve korkusundan dışarı çıkamamıştı. İlk gün karanlık korkusunu yenmek için uğraştı, ikinci gün kulaklarını karanlıktan gelen seslere kapatmaya çalıştı. Midesinden yükselen gurultular, mağarada giderek büyüyen sesleri tahammül edilmez boyuta getirdiğinde daha fazla bekleyemedi. Ne olacaksa şimdi olacaktı.

Titremesinin nedeni sinir bozukluğu muydu, yoksa açlık mı, belki de hiçbir zaman öğrenemeyecekti. Nedenin soğuk olmadığından emindi. Hayatı boyunca bu kadar sıcak bir yerde bulunmamıştı.

Dışarı çıkınca sırtını mağara duvarına yasladı ve minik yengeç adımlarıyla yüzey boyunca ilerledi. Duvarın bitimine geldiğinde dişlerinin takırtısını bastırmaya çalışarak boynunu uzattı.

"Böh!"

Attığı çığlık cehennemin dört bir yanında yankılandı. Zebaniler şimdiye kadar pek çok çığlık duymuşlardı. Ama şimdiye kadar kimse bu kadar basit bir nedenle, bu kadar yüksek desibele çıkmamıştı.

Alfred Hitchcock oracıkta korkudan bayıldı.


"Edgar... Buraya geldiğinden beri çok durgunsun. Neden benimle konuşmuyorsun?"
"Bunu anlayamayacak kadar küçüksün. Beni tanıyamayacak kadar küçüktün. Bana eskisi gibi olmamı söyleme... Bir daha asla."
"Ah Edgar! Eskisi gibisin işte! Yaşarken olduğun kadar depresif ve şairane!"
"Bu kadar şiirsel konuşmak bize yakışmıyor Victoria! Cehennemde olduğumuzu anlayamadın mı hala? Acı çekiyorum, bırak beni burada! Ve benim için üzülme... Bir daha asla!"
"Gaaak!"
"Bu lanetli kuş da nereden çıktı? Yoksa bir kez daha mı alacaksın elimden Victoria'yı? Sana vermediğim ne kaldı, söyle bana! Sanatımdan başka... Sanatımdan başka..."
"Hayır Edgar, kuzgun zebanilerin bizi ilerideki mağaraya çağırdığını söylüyor. Hemen kalk. Onları bekletirsek daha sert cezalandırılacağımızı biliyorsun. Çabuk çabuk!"
"Sen bunu nereden biliyorsun Victoria? Kuşlarla konuşmayı ne zaman öğrendin?"
"Oh, sevgilim... Burada bana nasıl işkence ettiklerini sanıyorsun? Senin dünyada neler çektiğini izlettiler bana sürekli. Orada duruyordun, alkolün pençesinde... Adeta bir kuzgun gibi! Sana daha yakın olmak için bu dili öğrenmek zorundaydım, anlıyor musun beni?"
"Tamam Victoria, kes artık lirik lirik zırvalamayı. Zebanilerin yanına gidelim, gerektiği gibi çekeriz cezamızı."


"Deli Arap takkesi, le le le le canım! Cehennemde bir kedi, iblissin güzelsin!"

Kendini Abdul Alhazred, cehennemi de kayıp kıta Hoplantis diye adlandıran adam yine deli deli dolaşmaktaydı. Dünyayı izlerken duyduğu ve uydurduğu sözlerle süslediği şarkıyı bağıra çağıra söylemesi, cehennem ahalisini genel olarak rahatsız etmekteydi. Bununla eğlenenler de yok değildi elbette. Özellikle yavru zebaniler Cthulhu hikayelerini tekrar tekrar dinlemekten büyük zevk alıyorlardı. Succubuslar da durumdan oldukça memnundu. İyi birer anne olamayacakları başından beri biliniyordu. Etrafta çocukları oyalayan birinin olması hepsinin işine geliyordu. Bir de şu detone sesi olmasaydı... Yine de eğlenceli ve işe yarar bir deliydi Lovecraft.

"Howard! Şu iğrenç sesini kes ve benimle gel!"
"Sonsuza kadar uyuyan dümbelek değildir ki ölü olsun bir de. Hem yeteri kadar tuhaf pozisyonlarda beklersen samanı da öldürebilirsin, ölümün kendisini de! Çok mantıklı değil mi? Bu versiyonu yeni buldum."
"Howard, gerçekten sesine katlanmakta zorlanıyorum. Lütfen susup beni izle. Sana dilini tekrar yedirmek istemiyorum. Anlarsın ya, bir yerden sonra delinin tekine işkence etmek sıkıcı oluyor."
"Nereye gidiyoruz? Ahtapot kafa mı çağırdı yoksa? Bir gün onu göreceğimi biliyordum, çağrısını hep kafamda duyuyordum zaten. Oh bebeğim! O kadar heyecanlandım ki şimdi delireceğim!"

Kendisine "bebeğim" diye hitap edilmesinden doğal olarak hoşlanmayan, aynı zamanda Lovecraft'ın zırvalarından ziyadesiyle sıkılmış olan zebani sivri tırnağını adamın ağzına soktu. Bir dilin kopmadan önce ne kadar uzayabileceğini gören eski bir porno yıldızının ağzı şaşkınlıkla açıldı. Oradan geçmekte olan başka bir zebani bu fırsatı değerlendirmekte gecikmedi. Yaşamı süresince de ağzı pek boş kalmayan porno yıldızı cennete inancını tamamen kaybetti. Hatta ölmüş olduğundan bile şüphelenmeye başladı. Deli bir adamın bitmek bilmeyen konuşmaları sayesinde cehenneme bir skeptik filozof daha eklenmişti. Ama bu elbette başka bir hikayenin konusuydu.


"Tekrar deneyin lanet herifler!"

Canlıları korkutmak elbete kolaydı. Halihazırda gölgelerinden bile korkuyor olmalarını saymazsak, kaybedecek çok şeyleri vardı. Eve erken dönmeleri için karanlıkla, iyi olmak için cehennemle korkutulan bir ırktı insanlık. Özgür irade diye bir şey verilmişti onlara ama ne yazık ki bu muhteşem özellik korkularını artırmaktan başka bir işe yaramamıştı. Bu yüzden Hitchcock, Poe ve Lovecraft yaşayanlar arasında çok rağbet görmüştü. Ne var ki cehennemde işler böyle yürümüyordu. Burada herkes en büyük korkusuyla zaten yüzleşmişti.

Cehennemde Poe'nun hikayelerini fıkra olarak anlatıyorlardı. Adamın bu kadar depresif olmasına, Victoria'nın dizinin dibinden ayrılmamasına şaşmamak gerekirdi. Lovecraft zaten delirmişti ve cehennem soytarısı olarak kullanılıyordu. Hitchcock'un durumu ise tek kelimeyle içler acısıydı. Yaşarken korkunun ustası olarak bilinen adam, burada yolunacak tavuktan farksızdı.

Ne yazık ki koskoca İblis bu zavallılardan medet umacak duruma gelmişti. Allah'ın belası hıçkırıktan kurtulması için birilerinin onu gerçekten korkutması gerekiyordu.

Saatlerce uğraştılar. Her başarısızlıklarında korkunç cezalara çarptırıldılar. Yaşarken olamadıkları kadar yaratıcı, kendi en büyük korkularını ifşa edecek kadar çaresizdiler. Hiçbiri işe yaramadı. İblis'in hıçkırığını geçirecek kadar korkunç bir şey hiçbirinin aklına gelmedi.

Sonunda İblis de vazgeçti. Dünyada herkesin saygıyla andığı üç lanetli ruhu en büyük cezaya çarptırdı. Cehennemde geçirecekleri süre boyunca en korkaklar tarafından bile aşağılanacak, kurdukları her cümle bir komedi filminde replik olarak kullanılacaktı.

İblis herkesi gönderdikten sonra bıkkınlıkla masasına geçti. Derin bir iç çekmeye çalıştı ama hıçkırığı buna izin vermedi. Başını masaya koydu, kim bilir kaçıncı kez nefesini tuttu ve bekledi. Nefes almaya ihtiyaç duymadığı için bunu yıllarca sürdürebilirdi ki...

"Gaaak!"

İblis korkuyla yerinde sıçradı. Hıçkırığı geçmişti.

18 Şubat 2009 Çarşamba

Take me to the other side - I

Ölüm Meleği İblis’in odasına girdiğinde onu masaya dayanmış tırnaklarını sivriltmekle meşgul buldu. Elleri ve ayakları zincirlenmiş, yanıklar içindeki adam yanı başında duruyordu. Bir İblis’e bir de Azrail’e baktı ve "Kanatlı maymunlar! Evrimde son nokta bu olmalı! Bırakın beni!" diye bağırdı. İblis gözlerini tırnaklarından ayırmadan, Darwin’i çatalının ucuyla dürttü. Adam anında sustu. Azrail, Darwin’i süzüyordu. İblis’e,

- Bu mu?

diye sordu.

- Ta kendisi.

dedi İblis, Azrail’e bakmıyor, tırnaklarındaki tozları üflüyordu.

Azrail’i ve İblis’i incelemek için çılgınca bir istek duyan Darwin gözlerini onlardan alamıyordu.

- Bunu - çenesiyle İblis’i işaret etti - tanıyorum da, sen kimsin? Bir yerlerden hatırlıyor gibiyim seni.
- Hatırlarsın tabii. Canını almıştım. Seni buraya neden çağırdığımızı biliyor musun?
- Nereden bileyim? Kazanda yanmak yerine, değişiklik olsun diye diken mi yesem diyordum kendi kendime, zebaniler geldi aldı beni. Buraya getirdiler. - yine çenesiyle İblis’i gösterdi - Bununla bir başıma kaldım.
- Sana bir görev vereceğiz Charles. Hoşuna gideceğini umuyorum.
- Hayır, maymun taklidi yapmam. Yeter artık, bıkmadınız mı hala? Teorimdeki inceliği ya anlamıyorsunuz ya da anlamak istemiyorsunuz. Cennetteki muz ağacını bana verseniz bile, yine de maymun gibi zıplamayacağım işte!

İblis kendine daha fazla hakim olamayıp kahkahayı patlattı. Azrail gözlerini korkunç bir öfkeyle İblis’e çevirdi. İblis gözlerinden yaşlar akarak gülüyordu, neredeyse katılmak üzereydi, güçlükle konuşabildi.

- Görmen lazımdı bunu. Ellerini çırpıyor, bir çömelip bir kalkıyordu. Hele o göbeğini kaşıması yok mu, Hahahahahahaha!

Azrail gülmedi. İblis, Azrail’in ona kızdığını anlamış, bir elini çaktırmadan çatalına götürmüştü. Oysa İblis’i çok iyi tanıyan Azrail, o daha çatalına uzanırken, çoktan orağını çıkarmıştı. Darwin, ölülerin bile pek çoğunun şahit olmadığı bu olağanüstü durum karşısında bir şeyler yapma gereği hissetti.

- Heey! Beni neden buraya getirdiğinizi hala açıklamadınız ! Bakın son defa söylüyorum, asla maymun taklidi falan yapmam.

Azrail orağını cübbesinin içine yerleştirirken, İblis de çatalını kenara bıraktı. Hala birbirilerine bakıyorlar, ihtiyatı elden bırakmıyorlardı. Nihayet Azrail Darwin’le konuşması gerektiğini hatırladı.

- Evet, ne diyordum, bir görev. Evet. Hoşuna gidecek. Birinin evrim geçirip geçirmediğini anlayabilir misin?
- Üzerinde biraz çalışırsam elbette anlayabilirim.
- Uzun zaman önce öldürmüş olmamız gereken biri var dünyada. Ama onu bulamıyoruz Evrim geçirmiş olabileceğinden şüpheleniyoruz. Onu bizim için bulman gerekiyor. Dünyaya geri gönderileceksin. Eğer onu ya da o olduğundan şüphelendiğin birini bulursan, kimseye haber vermeden derhal bizimle irtibata geç. 3 hakkın var. 3 seferde onu bulamazsan, görevine son vereceğiz ve cehennemdeki ızdırabına geri döneceksin. Evet, ne dersin?
- Ne diyeyim, Allah ! derim.

İblis bu kez gülmekten basbayağı yere yuvarlandı. Azrail’in bile dudakları tebessümle kıvrılmıştı. İblis kahkahalarının arasından kesik kesik konuştu.

- Diyorum size, hepsi üşütük bunların. Hahahahaha! Ne dersin Darwin bir daha söylesene ! Hahahahaha!

İblis yerde resmen tepiniyor, zemini yumrukluyordu. Azrail onun bu haline acıyarak baktı, sonra yine Darwin’e döndü.

- Kabul ettiğine göre, hemen başlayabilirsin. Bulman gereken adamla ilgili bilgileri içeren dosya burada. Söylediğim gibi, yalnızca 3 hakkın var. Başarısız olursan cehenneme geri döenceksin.
- Başarılı olursam?
- Cezan hafifletilecek.
- Eh, buna da şükür. (İblis'in kahkahaları, tam burada çığlıklara dönüştü.) Gidiyorum öyleyse.
- Onu bulmadan gelme Charles.
- Merak etme.

Darwin, İblis ve Azrail’e bir şüpheli bulduğunu haber verdiğinde, bu görüşmenin üzerinden 1 ay geçmişti. Ölüm Meleği ve İblis, İblis’in odasında Darwin’i bekliyorlardı. Kapı birkaç kez nazikçe vuruldu, içeri tam bir İngiliz Beyefendisi gibi giyinmiş Darwin ve yanında getirdiği baygın biri girdi. Azrail heyecanla atıldı.

- Bu olduğuna eminsin değil mi Charles? Bir yanlışlık yapmış olmayasın?
- Eminim. Yani neredeyse. Michael Jackson kesinlikle evrim geçirmiş. Buna hiç şüphem kalmadı. Ben de hesapladım, araştırdım aşağı yukarı bunun gibi - baygın vaziyette yanında duranı işaret etti - birşey olması gerekiyor dedim. Sonra da alıp getirdim size işte.

İblis yine gülmeye başladı. Azrail de, Darwin de dönüp şaşkınlıkla İblis’e baktılar. Onların şaşkınlığı İblis’i daha da eğlendirmişe benziyordu, gitgide yükselen bir perdeden kahkahalar atıyordu. Azrail dayanamadı.

- Ne oldu Tanrı aşkına? Ne diye gülüp duruyorsun?
- Hahahahaha! Şuna baksana! Bize bir kadın getirmiş! Hahahahaha! Diğerlerini bilmem ama, Darwin, sen kesinlikle maymundan geliyorsun! Bir maymundan daha zeki değilsin çünkü! Hahahaha! Bir de araştırıp getirdiğini söylüyor! Demek araştırmasa bize bir çam ağacı falan getirecekti.Hahahaha!

Azrail büyük bir hayalkırıklığıyla Darwin’e baktı.

- Doğru mu? Kadın mı bu şimdi?
- Evet doğru. E, ne var bunda, evrim geçirip kadın olmuş işte. Kadın, erkekten daha yüksek bir biyolojik yapıya sahiptir. Normal bu. Bir gün herkes kadın olacak.

Azrail ikna olmamış gibiydi. İblis ise Darwin’in cevabına kasıklarını tuta tuta güldü. Azrail meraklandı.

- Yine neden gülüyorsun? Komik olan ne?
- Bu kadın o değil! Hahahaha! Tanımadın mı? Şarkıcı bu.
- Yoo tanımadım, tanımalı mıydım?
- Hahahahaha! Bu işin bu kadar eğlenceli olabileceğini hiç tahmin etmemiştim! Hahahaha! Bülent Ersoy bu! Hahahahahahahahaha!!!!

Şimdi Darwin de az önce Azrail’in yaşadığı hayal kırıklığını yaşıyordu.

- Benziyor ama...

diyebildi. Azrail bu kez kızmıştı.

- Charles... 3 hakkından birini kaybettin. Kaldı 2. iyi değerlendirmeni öneririm. Bir dahaki sefere iyice araştırmadan gelme.
- Tamam... Tabii... Evet, tabii, araştıracağım. Bir daha olmaz.
- Ben de öyle umarım.

Bu fiyaskonun ardından Darwin daha dikkatli davranmaya başladı. Arayışı 2 yıl sürdü. Günlerden bir gün Darwin’in geri geldiği, yanında da birini getirdiği haberi ulaştı Ölüler Diyarı’na. Azrail ve İblis, 2 yıl aradan sonra, yine aynı odada oturmuş, Darwin’i bekliyorlardı.

Take me to the other side - intro

İblis, her zamanki gibi makamındaydı ama her zamankinden farklı olarak bu defa rahat tahtına kurulmuş oturmuyor, bir aşağı bir yukarı dolanıp duruyordu. Hareketlerinden oldukça sinirli olduğu anlaşılıyordu. Sinirli, hata tedirgindi. Ara sıra durup çift kanatlı, siyah kapıya bakıyor, kapı öylece kapalı durmaya devam edince vazgeçip volta atmayı sürdürüyordu. Önemli bir konuk bekliyordu, ölüm meleği ziyaretine gelecekti. Gönderdiği notta "çok acil ve önemli" yazıyordu.

Az sonra kapı açıldı, bütün azametiyle içeri Azrail girdi. Biri lanetli iki melek, birbirlerine öldürücü bakışlar attılar. Alev alev gözlerinde nefretten başka hiçbirşey yoktu. Ancak "öldürücü" bakışlar söz konusu olduğunda Azrail’in üstünlüğü tartışılmazdı, İblis gözlerini yere indirmek zorunda kaldı. Azrail, bu bakışma düellosunda kazandığı zaferden memnun olduğunu anlatan en ufak bir hareket yapmadı.

- Seni görmek ne güzel!

Dedi İblis, yalan söyleyerek. Bir yandan da neredeyse müstehcen sayılabilecek bir ifadeyle sırıtıyordu. Çatal dilini dudaklarının üzerinde ağır ağır gezdirdikten sonra doğrudan Azrail’e bakarak sordu:

- Ee, anlat bakalım neymiş bu çok acil ve önemli olan şey?

Azrail kaşlarını çatarak karanlık vitraylara baktı, aklı başka yerde gibiydi. İblis’in kötücül sırıtışı yüzüne iyice yayıldı:

- İşler pek iyi gitmiyor galiba, ha?

Diye sordu. Azrail derin bir nefes alarak İblis’e döndü. Tok ve insanın içine işleyen bir sesle cevap verdi.

- Doğrusunu istersen hayır. Bundan tam 5 yıl önce öldürmüş olmamız gereken biri vardı. Sorun şu ki; hala var.
- E, öldürün o zaman. Ne bekliyorsunuz?
- Anlamadın galiba? Sorun onun hala var olması diyorum sana. Öldüremiyoruz. Çünkü onu bulamıyoruz. 5 yıldır bütün dünyada aramadığımız yer kalmadı. Üstelik ne kadar hızlı hareket edebildiğimizi bilirsin.
- Biliyorum.
- Bizden kaçabilmesi mümkün değil. Ama yine de bu, sonucu değiştirmiyor: onu bulup öldüremiyoruz. Bir an önce bulmak zorunayız adamı.Yer yarıldı içine girdi sanki.
- O zaman burada olurdu.
- Doğru.
- Kim bu adam?
- Adı Michael Jackson. Elimizde bir de fotoğrafı var. Ama bu fotoğraftaki kişi dünyada değil. Herkese ama herkese tek tek baktık. Kontrol ettik. Benzeyen biri bile yok.



İblis, fotoğrafı aldı, bir süre inceledi. Sonra aniden ilgisini kaybederek masasının üzerine fırlattı ve sordu:

- Peki benden ne istiyorsun? Dünyaya gelip, onu seninle birlikte arayamayacağımı biliyorsun. Zaten yapmazdım da. Hatta en başından söyleyeyim, benden isteyeceğin yardımı, eğer çıkarlarıma hizmet etmiyorsa, kabul etmeyeceğim.
- Senden yardım isterken "eğer kabul edersen" diye bir ön şart koyduğumu hatırlamıyorum. Ayrıca, herkesin hayatı sona erdiğinde bu adam hala ortalarda dolaşıyor olursa kıyamet günü asla gelmeyecek demektir, bunu anlıyorsun değil mi? ve o gün gelmezse kesinlikle başka bir umudun kalmayacağını da? Şimdi çıkarlarını bir daha düşünmeni şiddetle tavsiye ediyorum.

İblis çenesindeki sivri sakalı kaşıyarak kısa bir an düşündü.

- Pekala, pekala. İsteğini söyle.
- Sizde bir adam olduğunu duyduk. Evrim teorisini geliştirmiş. İnsan soyunun maymundan geldiğini iddia eden adam. Darwin. Charles Darwin.
- Evet, hatırlıyorum onu. Hatta buraya da "maymunlar cehennemi" diyor.
- Ona ihtiyacımız var. Michael Jackson’ı uzun süren çabalar sonucu bulamayınca, "evrim mi geçirdi acaba?" dedik. Maymundan gelmediği kesin ama maymuna gidiyor olabilir. Yalnız, evrim geçirmiş birini diğerlerinden nasıl ayırdederiz bilmiyorum. İşte bu sebeple Darwin gerekiyor bize. Onu, Michael Jackson’ı bulmakla görevlendirerek dünyaya yollayacağız.
- Anlıyorum. Tamam, Darwin’i bulup seninle görüştüreceğim. Ama birkaç gün mühlet ver bana. O en azılı günahkarlardan biri, araştırdıysan bunu da öğrenmişsindir. Kimbilir cehennemin hangi köşesinde işkence görüyor şu anda. Bulmak zaman alabilir.
- Sana tam 3 gün süre İblis. 3 gün sonra karşında olacağım. Aynı şekilde Darwin’i de yanında görmek istiyorum. Görüşmek üzere, unutma, 3 gün sonra.
- 3 gün sonra.

Azrail, muhteşem beyaz cübbesinin eteklerini savurarak odadan çıktı. İblis tahtına çöktü ve Darwin’le ilgili araştırma yapmak için birkaç kitap çekti önüne. Aslında Darwin’in nerede olduğunu gayet iyi biliyordu, sadece zaman kazanmak istemişti. Dünyaya gönderilecek bir cehennemli fikri, hazla ürpermesine sebep oluyordu. Darwin’le ilgili işe yarar bir bilgi kırıntısı ele geçirebilirse, onu kullanarak dünyaya daha fazla nüfuz edebilirdi. İşte İblis, bu düşüncelerle elindeki kitaba daldığı anda zebanilerden biri içeri girmiş ve isyan çıktığını haber vermişti. (Hell of a Day) İsyan günü biterken, asilerin yaptıklarından ilham alan İblis’in aklına parlak bir fikir gelmiş, 3 gün beklemeye gerek olmadığına karar vermişti. Zebaniden Darwin’i getirmesini istedi. Ardından Azrail’e, aradığı kişiyi bulduğunu, ertesi gün görüşebileceklerini bildiren bir mesaj yolladı.

17 Şubat 2009 Salı

Hell of a Day

Cehennemde günler çok hareketli geçer. Hatta o kadar hareketli geçer ki, bu artık bir rutin haline gelmiştir. Bu yüzden zebanilerden biri, karanlık vitraylı muazzam odaya girip bir isyan çıktığını haber verdiğinde, İblis başını kaldırıp bakmadı bile. Makamında oturmuş, birşeyler okumakla meşguldü. Geniş maun masanın üzerindeki uyarı levhasında "Alper Tunga Ölmüştür. Lütfen sormayınız." yazıyordu. Zebaninin ürkek gözleri, elindeki kitaba dalıp gitmiş olan İblis ve kara mermerden yapılma zemin arasında gidip geliyordu. Konuştuğunda, sesi cılız ve ürkekti ama en kısık sesle konuşulanlar bile yankı yapıyordu.

- Efendimiz... İsyan! İsyan çıktı.
- Gidin bastırın. Sanki ilk defa isyan çıkıyor... Bu saçmalıklar için bir daha beni rahatsız ederseniz size cehennemi bile dar ederim. Defol git şimdi, beni yalnız bırak.
- Ama şeyy.. Efendimiz... Bu sefer işin içinde şey de var..
- NE?
- Şey işte efendimiz.. Cennet.. Cennet ahalisi de isyana karışmış durumda. Aslına bakarsanız isyan cehennemde çıkmadı.

İşte şimdi İblis, ilk defa bir ilgi belirtisi gösteriyordu, başını değilse de kaşını kaldırarak gözlerini zebaniye dikti.

- Bak sen. Eh yine de bu bizi ilgilendirmez değil mi? Bırak kendi işlerini kendileri görsünler.
- Efendimiz, çok haklısınız derdim size, eğer isyan cehenneme kadar ulaşmamış olsaydı.
- Cennet isyanı bizi ilgilendirmez. Cehennem isyanına gelince... İşe asilerin üzerine lav dökmekle başlayabilirsiniz. Kırbaç da olur. Son çare olarak üç başlı köpekleri salın üzerlerine. Binlerce yıldır isyan bastırıyorsunuz, hala bana mı soruyorsunuz ne yapmanız gerektiğini?
- Şey.. olmuyor efendimiz. Denedik hepsini.
- Ne demek olmuyor? Nasıl olmaz?
- Köpekler.. Köpeklerin hepsini Pavlov diye bir adam şartlı refleks yapmış.
- Ne yapmış ne yapmış?
- Bilmiyoruz efendimiz, ama köpeklerin durumu hiç iyi değil, salya sümük dolaşmaktan başka hiçbir şey yapmıyorlar.
- Köpeklerin icabına bakarız. Başka ne var?
- Adamın biri cennetin yolunu keşfettiğini söylüyor. Yaptığı hesaplara göre sürekli batıya giderse cenneti bulacakmış.
- Kolomb.. Ona tarafımdan şunu iletin, dünyada sürekli batıya giderek bulduğu yer cennete mi yoksa daha çok cehenneme mi benzemiş sonunda? Böyle dediğimi söyleyin, kendi kendine vazgeçecektir. Evet başka?
- Şey efendimiz, bizi ilgilendirmez dediniz ama, sorunun asıl kaynağı cennette.
- Cennete kaçmaya çalışan asiler mi var? Bu yüzden mi cennet isyan etmiş? Sebep bu mu?
- Şeyy.. hayır. Şaşıracaksınız ama tam tersi.
- Nasıl yani?
- Cennet ahalisinden biri yanlışlıkla orada olduğunu söyleyip isyan çıkarmış. Adam, cennet halkının yarısından fazlası koyundur, demiş. Cennettekiler de iyi insanlar olduklarını söyleyip karşı isyan başlatmışlar.
- Enteresan, çok enteresan. Buraya gelen herkes bir yanlışlık olduğunu iddia eder, aslında cennete gitmesi gerektiğini söyler falan ama yalnışlıkla cennete gittiğini söyleyen ve cehenneme girmek isteyen biri? Bu arada, koyunlarla ilgili kısma kesinlikle katılıyorum.
- Cennetten buraya gönderilen biri için fidye olarak bizim de cennete birini göndermemiz gerek biliyorsunuz. İşte bizim isyan da bundan çıktı. Görünen o ki, cennetteki isyan durmazsa, buradaki de durmayacak. Çünkü buradaki herkes isyana elinden geldiğince destek veriyor. Hiç bu kadar büyük bir katılım görmemiştim.
- Hmm..
- Cennet konusunda ne yapacağız? Huriler isyanın ne olduğunu bile bilmiyor, nerede kaldı bastırmak? Yukarıdan gelen emirlere göre bu işi de bizim halletmemiz gerekecek. O adamı buraya aldırırsak, yerine kimi yollayacağız? Buradakilerin hiçbiri cennete uyum sağlayamaz ki? Ortalığı karıştırmaktan başka hiçbir işe yaramazlar.
- Haklısın. Doğrusu benim de cennete birini yollamaya hiç niyetim yok. Eğer adam cehennemi hakettiğini düşünüyorsa, mutsuz olmak istiyor demektir. Şu halde, cennette zaten mutsuz. Onu cehenneme alarak mutlu etmemiz demek, ona iyilik etmemiz demek olacak. Haliyle almıyoruz onu cehenneme. Boşuna çabalamasın. Tabiatımda iyilik yapmak yoktur.
- Şeyy, efendimiz..
- Yine ne var? Rahat yok mu bana burada?
- Efendimiz, bir şey daha var. Başka bir adam da, cennetteki isyanı iyice bulandırmak için, cennete radyo yayını yapmış. Uzaylıların cenneti istila edeceğini söylemiş. Cennete müthiş bir panik havası hakim.
- Haydaa.. Neden yapmış böyle bir şey?
- Uzaylılardan korkan cennet halkı cehenneme gelmek istesin ki, fidye olarak cennete gidecek cehennemli sayısı artsın diye.
- Doğrusu takdir etmek zorundayım. Şeytanın... yani benim bile aklıma gelmezdi bu. Şu dünyadakilerin bir kural topluluğu vardı neydi adı RTÜK mü? Araştırın, cehennemde onlardan biri varsa gitsin o radyocu bozuntusuna ne gerekiyorsa yapsın. Onlardan kimse yoksa, dünyada yazdıkları kanunları bir okuyun bakalım işe yarar birşey mutlaka vardır.
- Başüstüne efendimiz.
- ...
- ...
- Eeee?
- ...
- Bitmedi mi? Yoo, hayır. Başka ne var? Offf...
- Efendimiz...
- Evet?
- Şeyy..
- Konuşsana ahmak!
- Cennet halkının sizden bir ricası var.
- Cennettekilerin mi? Emin misin? Yani benden olduğuna emin misin?
- Evet efendimiz, eminim.
- Ee, neymiş peki?
- Bir adam varmış, durmadan bir takım teorilerden bahsedip duruyormuş. Her önüne gelene izafiyet, ışık hızı, kütle diye birşeyler anlatıyormuş. Kimsenin birşey anladığı yokmuş. Susması için yalvarmışlar. Adam susmamış. Belki bizden biri anlar diye birkaç zebani çağırdılar, gittik dinledik. Cennetteki ışığın hızıyla zamanda yolculuk yapabileceğini falan anlatıyordu. Emcekare mi nedir tuhaf tuhaf şeyler sayıklayıp durdu. Tek kelimesini bile anlamadık. Söylediğine göre dünyada da onu kimse anlamamış. Öldükten sonra anlarlar belki diye düşünmüş ama nafile. Hala anlayan çıkmamış. İşte bu adamı cehenneme alıp alamayacağımızı merak ediyorlar. Cenneteki huzuru bozduğu için onu cehennemde cezalandırmanızı istiyorlar.
- Anlaşıldı... Adam düpedüz deli. Herhalde bu yüzden yaptklarından sorumlu tutulmadı ve cennete alındı. Getirin bakalım buraya, şu köpeklerin durumunu düzeltene kadar asilere bu adamın anlattıklarını aralıksız 3 bin yıl dinleme cezası verelim.
- Tabii efendimiz, emredersiniz.

Zebani İblis’i yerlere kadar eğilerek gösterişli bir şekilde selamladıktan sonra, hala iki büklüm, geri geri çıkarak odadan ayrıldı. İblis, herşeyi kontrol altına aldığını zannederek yılışık yılışık sırıtıyordu. Oysa kendisi zebaniyle konuşurken cehennem halkından bir grup asker gizlice cennete girmeyi başarmıştı. Odanın kapısı büyük bir gürültüyle savruldu, az önceki zebani korkudan gözleri büyümüş, titreyerek içeri daldı.

- Efendimiz, efendimiz.. Çok, çok özür dilerim efendimiz. Lütfen affedin efendimiz. Felaket! Felaket birşey oldu! Çok korkunç!
- Kahretsin! Yine ne oldu?
- Kadının biri, bir grup askeri kandırmış, onları tahtadan devasa bir at yapmaya ikna etmiş. Sözüm ona, o atla cennete gireceklermiş. Biz önceleri işkenceden delirdiklerini zannettik, aldırmadık. Ama başarmışlar. Kocaman devasa bir at cennetin orta yerinde! Düşünebiliyor musunuz? İçinde de bizimkiler! Ne yapacağız, ne yapacağız, efendimiz, bir yol gösterin! Biz izinsiz cennete giremiyoruz, onları alıp buraya getirmemiz mümkün değil. Ne dersiniz, meleklere haber verelim mi?
- SAKIN HAA! Zaten benimle alay etmek için hiçbir fırsatı kaçırmıyorlar. Bir cehennemi bile idare edemiyor dedirtmem ben kendime. Şu adam, neydi adı, Hah Baltacı. Baltacı Mehmet Paşa’yı bulun. Katerina seni cennette bir tahta atın içinde bekliyor, onu alıp kaçırmanı istiyormuş deyin. Ama benim söylediğimi söylemeyin. Gerisini o halleder.
- Fakat... Cennete nasıl girecek efendimiz?
- Bilmiyorum. İnsanlar kafalarına koydukları şeyi kesinlikle yapıyorlar. Ben nasıl yaptıklarına karışmıyorum, yalnızca fikri veriyorum. İşi çok arzulayacakları bir şekle sokuyorum. Sonra izliyorum. Bazen ben bile "yok artık!" diyorum yaptıklarına. Her neyse. Baltacı’ya haber verin. Sonunda Katerina olmadığını anlayacak ama ha Helen ha Katerina. Kadın işte sonuçta.
- Peki efendimiz, derhal efendimiz.
- Dur, çıkmadan önce bir emrim daha olacak.
- Buyrun efendimiz?
- Bir herif vardı, hepimiz maymunuz diye bar bar bağırıyordu. Kimdi o?
- Darwin mi? Charles Darwin?
- Neyse işte adı. Onu bulun bana getirin. Ona bir görev vereceğim.

Zebani dışarı çıkarken, Darwin’e verilecek görevin ne olduğunu merak ediyordu.

13 Şubat 2009 Cuma

Çarpışma

- Acilen Lucifer’la görüşmem gerekiyor.
- Bayan Rand... Kendisinin hain planlar yapmakla meşgul olduğunu ve sizi görmek istemediğini biliyorsunuz. Bu kez sorununuz nedir ve ben yardımcı olabilir miyim?
- Bilmiyorum. Geçen seferki yardım teklifiniz sonucunda kendimi Marx’la evli buldum. Size tekrar güvenebileceğimi sanmıyorum.
- Bana elbette güvenemezsiniz ama hayatınızı cehenneme çevirmek için elimden geleni yapacağımdan şüpheniz olmasın. Ahhah! Zaten cehennemdeydiniz di mi? Hahahaha!
- Çok komik. Acilen boşanmalı ve Karl’ın çevirdiği işleri Lucifer’a anlatmalıyım.
- Üzgünüm. Lucifer kaprislerinizle daha fazla uğraşmak istemediğini yeteri kadar açıkça ortaya koydu sanıyorum. Marx’tan boşanmanız ise...
- Ondan hemen boşanmak için her şeyimi veririm!
- Hangi her şeyinizi?
- Şey... Ruhumu satarım!
- Yaşarken Tanrı’yı reddettiğinizi ve ruhunuzun zaten sonsuza kadar cehenneme ait olduğunu hatırlatmama gerek var mı?
- Haklısınız... Ama ne isterseniz yaparım!
- Zaten başka seçeneğiniz yok Bayan Rand.
- Lütfen! Çok zor durumda olduğumu görmüyor musunuz?
- Tamamen farkındayım. Zaten amaç bu. Ama sizi severim, bilirsiniz. Yardım çağrınızı elbette cevapsız bırakmayacağım.

Ayn Rand ölüp de kendini cehennemde bulduğu zaman çok şaşırmıştı. Hayatı boyunca yanlış bir şey yapmadığını düşünüyordu. Tanrı’ya inanmadığı için öldükten sonra ilahi mekanlarla karşılaşmayacağından emindi. Yaşarken olduğu gibi, ölüp cehennemle karşılaşınca da kendisini savunmak için kayıtsızlık stratejisini kullanmayı denedi. Ne var ki, insan hayatta neyse, ölünce de hemen hemen aynı kalıyor. O da Lucifer’a aşık olana kadar iyi idare etti. Ve işin içine bir aşk hikayesi girince, her kadın gibi o da aklını kaçırdı.

Cehenneme gelişinden birkaç gün sonra düzenlenen "Hoş geldin işkencesi"nde Lucifer’la tanıştı. Cehennemin kızıl tepelerinden birinde dimdik duran, iblislere emirler yağdıran, her şeyi kontrol eden ve bu işi büyük bir zevkle yapan Lucifer Ayn Rand’ın aklını başından almıştı. Gözlerini ondan alamadığı için, sırf bu işkence sırasında kadının üç kez boynu kırıldı. Sadece kendisine bakmak için gösterdiği yüksek dirayet Lucifer’ın da ilgisini çekmişti. Kafası hızla çalışan efendimiz bizleri bile hayran bırakan, çevik adımlarla tepeden indi, kadının çevresindeki iblisleri bir hareketle uzaklaştırdı, onu kollarının arasına aldı ve gözlerinin içine bakarak "Orospu!" dedi.

Normal kadınların hakaret saydığı bu kelime Ayn Rand için sanki en büyük iltifattı. Bunu izleyen işkence ve tecavüz de, bizzat Lucifer tarafından gerçekleştirildiği için olsa gerek, kadının içinde yanan aşk ateşini körüklemişti. Daha sonra Lucifer cehennemin günlük işleriyle ilgilenmek üzere aramızdan ayrıldı. Ayn Rand’ın kalbini de beraberinde götürdü.

Bunu izleyen günlerde Ayn Rand, Lucifer’ı yeniden görmek için elinden geleni ardına koymadı. Cehenneme demir yolu inşa etmek için fon istemekten tutun, stajyer iblis olarak kadroya alınma başvurusuna kadar her tür yakınlaşma denemesiyle Lucifer’ın kapısına dayandı. Onun bitmek bilmeyen isteklerinden sıkılan Lucifer başta meşgul olduğunu, ardından başka birini sevdiğini, son olarak da cehennemi kapattığını söyleyerek görüşme taleplerini reddetti. Ancak Ayn Rand’ı durdurmak mümkün değildi. Aşk acısıyla bütün cehennemin huzurunu bozduğu için, onu başkasına aşık etmeye karar verdik. Karl Marx bu iş için biçilmiş kaftandı.

O sırada Marx cehennem halkını iblislere ve Lucifer’a karşı örgütlemeye çalışıyordu. İlahi Marx... "Cehennemin bütün proleterleri birleşin!" çağrısında bulundu. Hatta bir süre başarılı da oldu. Ama insanlar, cehennemin işlevini sürdürmesinde vazgeçilmez bir role sahip olmadıklarını anlayınca rutinlerine döndüler. Marx da Engels’le cehennemi kalkındıracak yeni ekonomi planları yapmaya devam etti. Alınıp satılacak veya işlenecek ne bulduysa...

Onu Ayn Rand’la bir araya getirmek zor olmadı. Marx her zamanki gibi kıçını yaymış yatıyor, onun yerine her işe koşan Engels’e de yeni manifesto üzerinde çalıştığını söylüyordu. Marx yüzünden yıllardır gördüğü işkenceden bıkmış, rahata susamış, eşit ve insani şartlarda ceza çekmeyi hayal eden Engels, davaları için maddi kaynak sağlayabilecek gibi görünen Ayn Rand’la bağlantıya geçti. Eh... Boş umutlara en çok ihtiyaç duyulan yer, cehennemden başka neresi olabilir ki?

- Bay Marx, az önce Bayan Rand sizden boşanmak için başvuruda bulundu. Neden böyle bir şey yaptığı hakkında bir fikriniz var mı?
- Var elbette! Boşanma nedenimiz bu salak karının şiddetli kapitalizmi!
- İyi de o hep aynıydı. Yaşarken de ölüyken de... Neden evlendiniz ki?
- Engels yüzünden! Bir gece çok içmişiz, bu denyo tutturdu yine manifesto yazalım, devrim yapalım falan diye. Davaya gelir sağlayacak elemanı da buldum ama karı leş liboş dedi, eşitlikten meşitlikten anlamaz dedi, kandırmazsak bize zırnık koklatmaz dedi. Benim de kafa 1500 zaten, "En baba kapitalist gelsin ulan, s.ke s.ke komünist yapmazsam şerefsizim!" dedim. Getirdi bu Ayn Rand’ı. Güzel güzel konuştum, olayın tüm mantığını anlattım ama karıda bir dil var, ne desem karşılık veriyor. Ben de Engels’e demişim her şekilde komünist yaparım diye... Ben nereden bileyim bu kadının deveye diken, insana s.ken bir tip olduğunu? O gün bugündür yapıştı yakama, sabahtan akşama vik vik ediyor. Ben toplum için bir şeyler yapalım diyorum, bir bakıyorum kadın gitmiş bireysel girişimlerle uğraşıyor. Olmaz olsun böyle kadın! Hayatımı cehenneme çevirdi!
- Neyinizi neye çevirdi?
- Hayatı... Haa, doğru ya...
- Yani siz de boşanmayı kabul ediyorsunuz.
- Ediyorum tabi! Hatta o beni boşamıyor, asıl ben onu boşuyorum!
- Yok canım?! Şurada iki salınsam yine eteğimin altına girmeye çalışacaksın ahlaksız herif!
- Asıl sen benim yatağımdan ayrılmıyorsun kaltak karı! Senden boşanacağım diye, sırf altta kalmamak için gidip başvuruyu yaptın hemen di mi? Ben seni sendikanın bile üstünde tuttum, cehennemin dibinde canın sıkılmasın diye her işi sana yaptırdım, evliliğimizden bile seni sorumlu tuttum, bana böyle mi karşılık veriyorsun? ŞRAK!

Tokadı yiyen Ayn Rand cilveli cilveli dudağından süzülen kanı yaladı. Kendisine sert davranan erkeklere karşı koyamadığı için yine mantığını çarpıtmış, nasıl yaptıysa, Marx’ın aslında kendisine çok benzediğine karar vermişti. Bu cilveli tavırlar Marx’ın da gözünden kaçmamıştı. Egosunun şişirilmesine dayanamıyordu zavallı, hemen yelkenleri suya indirdi. Boşanma işlemlerine hemen başlayacağımı söylediğimde beni "Karı kocanın arasına girilmez!" diye tersleyerek yatak odalarına çekildiler.

Cehennem kesinlikle harika bir yer. Burada hiçbir şey yapmamıza gerek yok. İnsanlar her gün birbirlerine işkence etmek için yeni yollar buluyorlar.