29 Ağustos 2009 Cumartesi

27

- Büyük planlar yapmalıyız. Anlıyor musunuz beni? Dünya kadar büyük bir plan olmalı ve dünyayı değiştirmeli.
- Jim... Yine ne içtiğini öğrenebilir miyim?
- Bak, beni dinlemiyorsun! Jimi, gel çabuk, söyleyeceğim çok önemli şeyler var!
- Selam Janis. Yine nesi var bunun?
- Canı sıkılmış. Bir zamanlar dünyayı değiştirdik, şimdi de cehennemi değiştirebiliriz diyor. Sıcak başına vurdu galiba.
- Hmm, evet. Bu kez aklında ne var Jim? Yine büyük sürüngeni aramaya başlamayacağız di mi? En son yılanın gözünün içine bakacağım diye tutturduğunda neler olduğunu hatırla.
- Hayır hayır! O bir hataydı! Bu kez çok farklı olacak, güvenin bana. Yılanlar, mavi otobüsler ve kızılderililer yok. Sadece elimizdekileri kullanacağız. Ateş, kan, gözyaşı ve müzik. Başka hiçbir şeye ihtiyacımız yok. Ama keşke biraz da viski olsaydı.
- Evet, Jack Daniel’s... O olmayınca J'ler Kulübünün eksik kaldığını düşünmüyor musunuz siz de?
- Bakın, tamam, buldum. Daha doğrusu bulmadım, birlikte bulacağız.
- Neyi bulacağız?
- Neyi değil, kimi. Hazırlanın, Jack Daniel'ı aramaya çıkıyoruz.
- Onu bulduğumuzda ne yapmayı düşünüyorsun? Burada viski ürettiremezsin ki, malzeme yok.
- Düz mantık Jimi, düz mantık! Ateş suyunu üretmek için elimizde istediğimizden de fazla ateş var. Yeterli teşvikle Jack viski üretmenin bir yolunu bulacaktır.
- Peki sonra?
- Sonra? Sonra cehennem için yeni bir dönem başlayacak...

Janis Joplin'in savunmasından:
O gülümsemeyi gördüğümde anlamalıydım. Aklından büyük bir şey geçtiğini fark etmiştim ama başımızı bu kadar belaya sokacağını inanın bilmiyordum. Siz de biliyorsunuz, adam deli! Yaşarken de öyleydi, sürekli saçmalardı ve herkes her şeye hazırlıklı olmaları gerektiğini bilirdi. Jim bela demekti. Ama herkesin heyecana ihtiyacı vardı ve Jim heyecanı umutla birlikte sunardı. Ona hayır diyebilen kimseyle karşılaşmadım.

Her neyse... Toplayacak çok fazla eşyamız yoktu ve Pam'i de alıp yola çıktık. Öncelikle, Jack'i nerede bulacağımız konusunda hiçbir fikrimiz yoktu. Jim burnunun dikine ilerliyordu. Mutlaka Jack'i tanıyan birileriyle karşılaşacağımızı ve bir şekilde yolu bulacağımızı söylemişti. Sonra Kurt ve Jeff'le karşılaştık.

Kurt Cobain'in savunmasından:
Çok mutsuzdum. Beni oyalayacak bir şeylere ihtiyacım vardı. Artık Jeff'ten de sıkılmaya başlamıştım. Tamam, onunla takılmak güzeldi ama birlikte söylediğimiz tüm şarkılar tükenmişti. İkimiz de müzik ve eski zamanlar hakkında konuşmaktan bıkmıştık. Bu lanet yerde yapacak hiçbir şey yoktu. İkimiz de intihar ettiğimiz için pişmandık ve eve dönmek istiyorduk. Ölüm de hayat kadar sıkıcı olmaya başlamıştı ama ikimiz de tekrar intihar etmeye cesaret edemiyorduk. Tüm düşüncelerim depresyonun uçsuz bucaksız boşluğuyla doluydu. Zamanımı sürekli uyuyarak geçirmeye karar verdiğim sırada Jeff "Hallelujah" dedi.

- Bu şarkıyı tekrar söylemek istemiyorum Jeff. Zaten bulunduğumuz yere hiç uymuyor. Bırak biraz uyuyayım, şöyle 5000 yıl falan.
- Kurt, J'ler Kulübü diye bir şey duymuş muydun? Ya da Daima 27?
- Yoo... Nedir o?
- Şu anda bize yaklaşıyorlar.

Jimi Hendrix, Janis Joplin, Jim Morrison ve sevgilisi... Benim kadar mutsuz bir adamsanız her yeni yüz umudu ve sıkıntıyı beraberinde getirir. Bir şeyler olacağı için sevinirsiniz ama bir yandan Prometheus'un kartalı aklınızı kurcalamaya başlar. (Bunu sadece şiirsel görünmesi için söylemiyorum. Kartal, Prometheus'un ciğeriyle uğraşmadığı zamanlarda cehennem ahalisi arasında dolaşır ve aklında huzursuz düşünceler bulunan herkesin beynini didikler. Huzursuzluğu sürekli kılmak için dopamin ve serotonin akışı sağlayan bağlantıları koparır ve onlar tekrar oluşana kadar depresyondan çıkamazsınız.) Dolayısıyla, yaklaşan insanları görünce sevinmiştim ama yakında onların da özelliklerini kaybedeceklerini ve sıkıcı olmaya başlayacaklarını düşünüyordum. Keşke biraz daha düşünseymişim ve onlara katılmasaymışım.

Jeff Buckley'nin savunmasından:
Sevdiğim insanlarla birlikteydim ve viskiye doğru gidiyorduk. Cehennemi cennete çeviren bir şeydi bu, anlıyor musunuz? Sürekli yeni insanlarla karşılaşıyorduk ve şarkı söyleyerek yola devam ediyorduk. Bazıları müzik için katılıyordu bize, bazıları viskinin kokusunu şimdiden almaya başlamıştı. Ölüm hiçbir acının sonu değil ama o sırada, ayaklarım her adımda daha çok yanarken, yıllar sonra ilk kez yaşadığımı hissettim. Jack Daniel'ı bulduğumuzda çok kalabalık bir grup olmuştuk. Müzik ve viski uğruna kurulmuş bir cehennem ordusu gibiydik. Sonra olanlar kaçınılmazdı, sonuçta liderimiz Kertenkele Kral'dı ve her şeyi yapmaya hazırdı. Bu kadar büyük bir şey beklemiyorduk elbette ama dedim ya, kaçınılmazdı. Ve ben olan hiçbir şeyden pişman değilim.

Jack Daniel'ın savunmasından:
İnanılmaz bir kalabalıktı. Adının Jim Morrison olduğunu sonradan öğrendiğim adam bana dünyanın en büyük simyacısı olduğumu ve ateşi ateş suyuna çevirebileceğimi söyledi. Sonra olanlar çok garipti. Neredeyse hiçbir şey yapmam gerekmedi. İnsanların isteği o kadar güçlüydü ki, önlerinde küçük bir ateş yakmam ve "başlayalım" demem yetmişti. Jim anlamadığım bir dilde mırıldanmaya başladı. Mistik bir dua eder gibiydi. Sonra yanındaki kadın ona katıldı. Daha yüksek sesle aynı cümleleri tekrarladılar, dans etmeye başladılar. Müzik ve dans dinamit fitili gibiydi, bir anda tüm kalabalığa yayıldı. Yeni ateşler yakıldı. Herkes çılgınlar gibi ateşlerin etrafında dans ediyordu. Sonra ateşler sıvılaştı ve viskimin muhteşem kokusu etrafa yayıldı. Nasıl olduğunu anlamadım ama hayattayken bunu yapabilmeyi isterdim. Viski üretmek için çok uğraşmıştım ama bu kadar masrafa ve çabaya gerek yokmuş. Jack Daniel's irade gücüyle de üretilebiliyormuş.

Jimi Hendrix'in savunmasından:
Sonunda viskiye ulaşmıştık. Hepimiz sarhoş ve mutluyduk. Herkes şarkı söyleyip dans ediyordu, sevişiyordu, sevgi ve nefret elektrik akımı gibi aramızda dolaşıyordu. Woodstock’tan bile iyiydi. Ama Jim'in başka planları vardı. Sarhoşken nasıl olur bilirsiniz. O hiçbir zaman "normal" denilecek bir adam değildi ama içtiği zaman daha da vahşileşirdi. Aklından sürekli yeni fikirler geçer ve bunların hepsini çok mantıklı bulurdu. Yine aynı şeyi yapmaya başlamıştı, manik düşüncesini inatla kabul ettirmeye çalışıyordu. Çocuk gibi tepiniyor, onu engellemeye çalışanları viskiyle susturuyordu. Sonunda hepimiz o kadar sarhoş olmuştuk ki Jim'in enerjisine karşı koyamadık. Cehennemin en büyük ateşini yakmak için İblis'in kulesine doğru ilerlemeye başladık.

Janis Joplin'in savunmasından:
Normalde cehennemde olup bitenlerle ilgilenmezler ama Jeff'in meleksi sesi meleklerin bile dikkatini çekmişti. Cennetten bizi izlediklerini görebiliyorduk. İblis'in kulesine doğru yol aldığımızı fark ettiklerinde cennette oldukları için üzüldüklerinden eminim. Birkaç dakika sonra ateş soluyan siyah atıyla Ölüm geldi ve karşımıza dikildi.

- Ne yapmaya çalışıyorsunuz siz?

Jim'in yüzünde yine aynı alaycı gülümseme belirdi. Parlayan gözleriyle İblis'in kulesini gösterdi.

- Yeni bir dekorasyon. Eşim ve ben evimizde biraz değişiklik yapmanın iyi olacağını düşündük.

Pam'i belinden kavrayıp kendine yaklaştırdı. Kalçasına dokundu. Ve Ölüm gülümsedi.

- Efendim, isyan çıktı!
- Eee? Bastırın işte, hep yaptığınız şey?
- Efendim anlamıyorsunuz, burayı yakıyorlar!
- Nereyi yakıyorlar?
- Kulenizi! Hayatınız tehlikede!
- Saçmalama! Birincisi, benim hayatım hiçbir zaman tehlikede olmaz. İkincisi, Neron bile benim kulemi yakmaya çalışacak kadar çılgın değil.
- Neron değil efendim, Jim Morrison cehennemin büyük bölümünü örgütlemiş. Şu anda aşağıda milyonlarca sarhoş insan var ve devasa bir festival ateşi yakıyorlar! Belki Neron o kadar çılgın olamaz ama bu insanlar zıvanadan çıkmış!
- Bir dakika... Sarhoş mu dedin?
- Evet efendim, yasa dışı viski yapmışlar.
- Offf... Yasa dışı falan... Nereden öğreniyorsun bu lafları? Yine avukatlarla mı takılmaya başladın sen? Jim Morrison'ı getir bana. Diğer sorumluların da ifadelerini al, onlarla sonra ilgileneceğim.

Jim ve Pam İblis'in yanına çıktıklarında neyle karşılaşacaklarını bilmiyorlardı ama viskinin de etkisiyle oldukça rahat ve neşeliydiler. İblis Pam'in de gelmiş olmasına biraz şaşırdı ama bozuntuya vermedi. Ne de olsa her akıl hastası erkeğin arkasında en az kendisi kadar psikotik bir kadının olması doğaldı.

- Bunu siz mi planladınız?
- Evet. Beğendiniz mi?
- Doğrusunu söylemek gerekirse evet. Cesaretiniz bana gençliğimi anımsattı. Yanılmıyorsam viskiyi de siz ürettiniz.
- Jack Daniel'ın yardımıyla, evet.
- Çok güzel. Size reddedemeyeceğiniz bir teklifim var.

Konuşma fazla uzun sürmedi. İblis, elinde küçük bir bavulla kulesinden çıktı ve zebanilere kalan eşyaları toplamalarını söyledi. Kuleyi viski üretimi için Jim ve Pam'e tahsis etmiş, başka bir kuleye taşınmaya karar vermişti. Her aktivist gibi onlar da sonunda sistemin çarklarına dönüşmüşlerdi. Tüm suç ortakları üretime katkıda bulunacak, ancak ürettikleri viskiden bir damla bile içemeyeceklerdi. İblis viskinin bir bölümünü kendine saklayacak, kalanını da her gün cennetin kapılarına dökecekti. Cennettekilerin bu nimet karşısında ne kadar dayanabilecekleri ise başka bir maceranın konusuydu.

4 Ağustos 2009 Salı

Why so delirious?

Araf, sonsuzluğun bekleme odası olarak bilinir. İnsanlar burada davalarının bitmesini, hakim tarafından kararın verilmesini ve kendilerini diğer tarafa taşıyacak kayığın dolmasını beklerler. Gelecekleri hakkında verilecek kararı etkilemeleri ne yazık ki olanaksızdır. Merhuma haklarını helal etmemiş kişiler dünyada, avukatlar ve günahları affeden rahipler cehennemde, her gün özenle suladıkları bitkiler ve sevgiyle besledikleri hayvanlar ise cennettedir. Karardan memnun kalmayanlar daha yüksek bir mahkemeye başvuramazlar. Buradan daha yüksek bir yargı mekanizmasına ulaşmak yalnız pratikte değil, teoride de mümkün değildir. Sonuç olarak, her devlet dairesi gibi Araf’ta da uzun ve sıkıntılı bir bekleyiş söz konusudur. Aslında bir bekleme odasından ziyade, emekli sandığı sırasını andırır. Bekleyen herkes, hayattan da ölümden de bezmiştir. Ancak ne şikayet edecek bir merci bulabilirler, ne de zaman geçirmelerini sağlayacak bir uğraş.

Heath Ledger kendisi hakkında verilen kararı öğrendiğinde bekleyişin bitmesine sevinse mi, üzülse mi bilemedi. İki zebani eşliğinde cehennemin kapısına doğru ilerlerken gözlerini kapadı ve ilk şoku kolay atlatmayı umdu. Ne var ki kapıdaki yazı etkisini anında göstermiş, Ledger’ın tüm umutlarını ortadan kaldırmıştı.

Kapıdan geçip birkaç adım attıktan sonra gözlerini korkuyla açtı. Karşısında uzanan yemyeşil düzlük, bungee jumping yapan insanlar ve duyduğu neşeli çığlıklar, o zamana kadar biriktirdiği tüm stresi çılgın kahkahalarla dışa vurmasına neden olmuştu. Son rolünde kazandığı deneyim de eklenince, adamın aklını son hızla kaçırması ancak normal karşılanabilirdi.

Yanındaki zebaniye dönüp "Bana o salak fıkradaki ekran koruyucu şakasını yapmıyorsunuz, di mi?" diye sordu. Zebani umursamaz bir tavırla, "saçmalama" dercesine omuz silkti ve Ledger'ı olduğu yerde bırakıp ortadan kayboldu.

Ledger gözlerine inanamıyordu. Ortamın sıcaklığı hayli yüksekti, bir sürü yerde kaynayan kazanlar ve lav çukurları görüyordu, hatta kükürt kokusundan burun kemiği sızlıyordu ama birkaç yüz metre ileride insanların çılgınca eğlendiği yeşil bir alan vardı. Kare şeklindeki devasa yeşilliğin dört kenarında birer adam oturuyordu. Onlar ellerini oynattıkça tepesi görülmeyecek kadar yüksek bir platformdan kahkaha - çığlık karışımı bir ses yükseliyor, ardından bir grup insan bağırarak aşağı uçuyordu. Ledger geniş adımlarla kalabalığa doğru ilerlerken, ellerini cebine sokup hızlı ve sinirli adımlarla yürüyen, öfkesi yüzünden okunan bir adamla karşılaştı. Adam iyi giyimliydi. Cehennemde takım elbiseyle dolaşabildiğine göre oldukça nüfuzlu olmalıydı. Ledger’ın hevesle ilerlediğini görünce kolunu tuttu.

- Yerinde olsam oraya gitmezdim. Hepsi delirmiş bunların.
- Çok eğleniyor gibi görünüyorlar ama. Kim onlar? Burada çimen olması tuhaf değil mi? Başka ne tip eğlenceler var? Şu dört adam neden yerde duruyor? Platformun tepesini neden göremiyoruz? Neden gökyüzü...
- Sakin ol! Yeni olduğunu bu kadar belli edersen burada yerler seni. Saçın ve makyajından anladığım kadarıyla sen Heath Ledger'sın ve Joker'in etkisinden kurtulamamışsın. Ben Bugsy Siegel. Las Vegas'ın kurucularındanım. Burada da küçük bir kumarhane kurdum. Yani aslında senin çimen sandığın şey büyük bir çuha. Buradaki oyun için bu kadar büyük olması gerekiyor, nedenini sonra anlatırım.

Bu arada Bugsy de Ledger'la yürümeye başlamıştı. Birlikte çuhaya yaklaşırken alanın çevresindeki dört adamın da yüzleri seçilmeye başlamıştı. Ledger Al Capone ve Marlon Brando'yu tanıdı. Diğer iki adamdan 18. yüzyıl kıyafetleri giyenin yanında büyük bir hamburger tepsisi bulunuyordu. Diğer adam ise yanında bulunan yüzlerce kağıdı zaman buldukça imzalıyor ve ulak görünümlü birine veriyordu.

- İblis kumarhaneyi açmama izin verdi ama bunun cezam olduğunu başta fark etmedim. Masada gördüğün dört hıyar yüzünden şu anda borç batağındayım ve cehennemde olduğumuz için kasa her zaman kazanamıyor. Aslına bakarsan kasa hiçbir zaman kazanamıyor.

Bugsy yarı öfke, yarı ümitsizlikle içini çekti ve konuşmaya devam etti.

- Şu kağıtları imzalayan adam Sülün Osman. Şu anda oyun oynanan alanı bana satan o. Nasıl yaptığını bilmiyorum ama hala cehennemden arazi satmaya devam ediyor. İblis'le anlaşıp tüm satış işlemlerini hallettiğini söyledi, benim de salaklığıma geldi, imzayı attım. Şu anda yedi ceddimin ruhu Şeytan'a satılmış durumda ama nasıl olduğunu aklım almıyor bir türlü. Yanında hamburger tepsisi olan adam John Montagu, Sandwich Kontu. İşletmenin yiyecek işlerini üstlendi. Sandviçleri berbat ama burada yiyecek daha iyi bir şey yok. Bir şekilde ona da borçlu çıktım. Ödeyemeyince Al Capone'a haber verdi.

Bu arada Bugsy ayakkabılarını çıkarıp topuklarını gösterdi. Adamın topukları yamuk yumuk, sert ve tuhaf bir renkteydi. Al Capone topuklarına o kadar çok sıkmıştı ki, Bugsy ismini "Kurşun Topuk" Siegel olarak değiştirmek zorunda kalmıştı.

- Tahmin edersin ki işin içine mafya girince borcum hızla artmaya devam etti. Üstelik dördüncü oyuncu bulunamadığı için henüz kumarhanede bir el bile oynanmamıştı. Yardım istemek için gerçek bir baba gerekiyordu. Marlon Brando da oyuna böyle katıldı. Ama sürekli rol kesiyor, daha bir faydasını göremedim.

Ledger hikayeye o kadar kaptırmıştı ki, çuhadan giderek uzaklaştıklarını ve tepeyi tırmandıklarını fark edemedi. İki adam ağır adımlarla tırmanmaya devam ederken Bugsy oyun hakkında bilgi veriyordu.

- Poker oynamayı çok istedik ama burada sadece tarot kartları kullanabiliyoruz. Onlarla da ancak 51 oynanıyor. Çok sıkıcı olduğu için kurallar biraz değiştirildi. Şu bungee jumping yaptığını düşündüğün insanlar var ya... Onlar iskambil kağıdı olarak kullanılıyor. Kılıçlar için yeniçeriler var mesela. Kılıçların onlusunu atacakları zaman on tane yeniçeriyi tepeden aşağı gönderiyorlar. Tahmin edeceğin üzere, o kadar yüksekten düşen herkes yere çakılınca kağıt gibi oluyor. Yukarıda sırasını bekleyenler de deliriyor elbette. Kahkahayla karışık çığlıkların nedeni bu.
- Kupalar için kimleri kullanıyorlar? Alkolik sporcuları mı?
- Hayır. Bunun için eski papalardan yararlanıyorlar.
- Ama onların cehennemde ne işi var ki?!
- Papa XVI. Benedictus'u düşün. Cehennem için biçilmiş kaftanlardan söz ediyoruz burada.
- Vaov... Seninle karşılaşmam büyük şans oldu Bugsy. Bu kadar bilgiyi kimseden alamazdım herhalde.
- Şans, tesadüf... Bunlar hayattayken sorumluluktan kaçmak için uydurduğumuz kavramlar. Burada saçmalıklara yer yok. Tanrı zar atmaz Joker.
- Zar atmak mıaaaaaaaaaaa!!! Ahaaaaaaaaaaaaa!!! Ahahahahahahahahahaha!!!

Bugsy Ledger'ı aşağı iterken "Ruhlardan birini daha kurtardık. Kısa zamanda kâra geçerim artık." diye düşünüyordu. Aşağıdan Marlon Brando'nun kahkahası ve Sülün Osman'ın küfrü duyuldu...

- Oha! Jokerle bitti vay ibne!

3 Ağustos 2009 Pazartesi

Hell(o) Queen!

Bu sefer başka, bambaşka.
Kraliçeler birbirine girdi.
Cehennem Kraliçesi olmak için.


Yine bir cehennem günü, yine cehennem gibi bir gündü elbette. İblis odasında öfkesinden köpürüyor, bir aşağı bir yukarı volta attıkça ucu bucağı görünmez kapkaranlık tavanını –her nasıl oluyorsa- zangır zangır sallıyordu. Karşısındaki zebani korkudan büzüşmüş, küçülmüş, ufacık bir nokta haline gelmişti neredeyse. Tir tir titriyordu. Zebaniler aralarında çöp batırmış (Evet, batırmış. Bu tarz seçmeler için çöp çekmece değil, çöp batırmaca oynanırdı cehennemde.) o günkü isyanı İblis’e bildirecek cenabetin hangisi olacağına bu şekilde karar vermişlerdi. Sakınan göze mi yoksa başka bir yere mi çöp batar diye tartışırlarken, piyango şimdi İblis’in odasında titreyip durmakta olan zebaniye vurmuştu. Daha önceleri cenabet seçmek için kutup ayılarından faydalanıyorlardı. Ne de olsa, cehennemden ala çöl bulmak olanaksızdı. Ancak bu, başka bir hikayenin konusudur.

Cehennemde başgösteren isyan aslında daha önceleri ufak ufak filizlenmeye başlamıştı ama İblis dahil hiçkimse müdahale etmeye cesaret edememişti. Tarihin kadim kraliçelerine cehennem dar gelmiş, iktidar hırsı burada da gözlerini döndürmüştü. Görünen oydu ki, kraliçe olabilmek için ellerinden geleni artlarına koymayacaklardı.

İblis, durumun vehametinin farkındaydı, ama öfkesini kontrol edemiyordu. Biryandan da olayın nasıl olup da bu kadar büyüdüğünü merak ediyordu...


- Kocaları yok mu bunların?

- Biri hariç hepsinin var ama, kocaları onlardan korkuyor. Hatta Napolyon bu işe kesinlikle karışmayacağını, karısının içinde bulunduğu bir kavgadan sizin asla sağ çıkamayacağınızı söyledi. Bir de güldü utanmadan. Şimdi ne yapacak İblis, çok merak ediyorum, şapa oturduğunun resmidir, dedi. Ona göre, eğer biri size pabucunuzu ters giydirecekse bu kesinlikle Josephine olurmuş.

- Yok canım?

- Evet kulaklarımla duydum, aynen böyle söyledi. Süleyman ve Sezar da kendilerini odalarına kapatmış. Hürrem ile Kleopatra son zamanlarda pek sıkı fıkı olmuşlar. Hürrem, Josephine ile Elizabeth’in adamlarını boğdurtuyor, Kleopatra da mumyalatıyormuş. Bakmışlar böyle olacak gibi değil, 4 kraliçe bir araya gelmişler. Katerina, Victoria, Mary ve Antoinette’ e karşı birleşme kararı almışlar.

- Deme yahu, çok heyecanlı. Ee sonra?

- E öbürleri de boş durmamış tabi. Mari Antoinette dev bir pasta yaptırıyormuş. Diğer dördüne nazik bir mesaj eşliğinde yollayacakmış. Güya barışalım diyecek yani. Kraliçeler pastayı yiyip şişmanlayınca moralleri bozulacakmış. O zaman istediği gibi psikolojik baskı kurabilirmiş üstlerinde. Katerina da Hürrem, Josephine, Kleopatra ve Elizabeth’in adamlarını taciz ediyormuş. Pek çoğunu baştan çıkarmayı da başarmış üstelik.

- Ooof of.. Biliyor musun zebani. Ben buraya ilk geldiğimde cehennem bomboştu. Tanrı beni cezalandırdığını söyleyip buraya yollayınca bundan güzel ceza mı olur diye sevinmiştim. Her zaman nefret ettiğim insanlardan uzak tek başıma sakin bir hayat sürecektim. Bana verdiği cezanın inceliğini çok sonra anladım. İnsanlarla uğraşamıyorum. Üstelik sonsuza kadar gelmeye devam edecekler. İlk defa ne yapacağımı bilemiyorum. Gerçekten de ne ister kadınlar? Nasıl başa çıkabilirim onlarla?

- Efendimiz ben de bilmiyorum ama önünü alamazsak, sizin tahtınıza da göz dikmeleri an meselesi.

- Düşünüyorum. Bu işi belki ben halledemem ama..

- Ama?

- Halledebileceğini düşündüğüm biri var.

- Kim efendimiz?

- Hmm.. Ben neden bunu daha önce düşünemedim ki? Tabii ya !

- Nedir o efendimiz? Yine ne şeytanlık geldi aklınıza?

- Şu ilanı cehennemin en görünen yerlerine asın.

- Başüstüne. Bakabilir miyim? Ama? Hahahahahaha! Kudretli efendimiz. Harikasınız! Tam bir şeytansınız!

- Saçmaladığının farkında mısın zebani?




Ertesi gün cehennemin dört bir yanına asılan ilanlarda, kraliçeliğe adaylığını koymak isteyenler için bir adres gösterilmişti: Matild Manukyan. Kraliçeler gerçekten de paniklediler. Önce bu hiç tanımadıkları kadın hakkında kendi nüfuzlarını kullanarak bir araştırma yaptılar. Elde edebildikleri tek bilgi kadının rekortmen bir patroniçe olduğuydu. Bu küçük bilgi bile kraliçelerin sırtından aşağı tedirgin bir ürpermenin yayılmasına yetiyordu. Mülakat günü kraliçeler en güzel kostümleriyle olağanüstü meziyetlerini sergilemek için Manukyan’ın karşısında hazırdı. Hepsi de kendinin seçileceğinden emindi, mağrur tavırlarından taviz vermiyorlardı. Matild Manukyan, yan yana dizilmiş kuzu kuzu bekleyen kraliçelerin önünde bir aşağı bir yukarı voltalar atıyor, her birini tek tek dikkatle inceliyordu.

Gergin sessizliği Elizabeth bozdu, üzerindekiyle baskıyla daha fazla başedemeyeceğini anlayıp bağırdı:

- Ben bakireyim!

Matild Manukyan hızla Elizabeth’e döndü, gözleri parlıyordu. Elizabeth de dahil diğer tüm kraliçeler bu ani değişiklik karşısında ürperdiklerini gizleyemediler. Manukyan konuştuğunda, kraliçeler gerçekte neyle karşı karşıya olduklarını kesinlikle bilmiyorlardı.

- En yüksek fiyatı alan, kraliçe olur!

Evet, hiç ama hiç bir şey anlamamışlardı. Manukyan’ın tek düşündüğü ise, düzenlenecek bir açık artırmayla kraliçeleri satıp yepyeni bir rekora imza atmaktı. Kraliçelere ertesi gün için hazırlanmalarını söyledi ve yanlarından ayrıldı...


To be continued: Kraliçe Pazarı!
Çok yakında!