Sayın Okuyucu! Bu bir devam hikayesidir, önce
Take me to the other side - intro
ve
Take me to the other side - 1 'i okumalısın!
Geçen iki yıl ne Azrail’i ne de İblis’i değiştirmişti ama içinde bulundukları odada ufak tefek farklar göze çarpıyordu. İblis’in makamının etrafında duran uyarı levhalarındaki artış bunların arasında en belirgin olanlardı. "Alper Tunga ölmüştür. Lütfen sormayınız." yazılı levhanın yanına, "Şeytan çıkarma ayinleri kat’i surette yasaktır", "Acil durumlar için 666 ‘yı tuşlayın" ve "Zebani kadrosuna başvuruda bulunmak için müraacaatlar Dante’ye" gibi ikazlar bulunan başka tabelalar eklenmişti. Azrail, tek tek hepsine göz attı ve İblis’e sordu:
- Bu 666 işi nedir Tanrı aşkına?
- Hiçbir fikrim yok. İnsanlar benimle özdeşleştirmiş ama nedenini bilmiyorum. Ben demiştim, ben söylemiştim deyip duran adam var ya.
- Nostradamus?
- Hah evet o. Ona sordum, dünyanın sonu falan dedi. Ben de düşündüm, dünyanın varıp geleceği son nokta burası olacağına göre, kendi odama hat çektirdim.
- İlginç bir fikir. Yine de yanlış biliyor olabileceğin ihtimalini düşünmelisin. Kutsal kitaplardan birinde geçiyor olmasın?
- Sen dalga mı geçiyorsun benimle? Okumadım ki hiçbirini?
- Sen iflah olmazsın İblis.
- Teşekkür ederim.
- Rica ederim!
- Baksana, söylesene, sen okumuşsundur, hatta hepsini ezbere bildiğine eminim. Benden bahsediyor mu?
Azrail sıkkın bir tavırla gözlerini devirdi. Bu hareketi İblis’in gözünden kaçmamıştı.
- Kıskanıyorsun! Benim adım seninkinden daha çok geçiyor diye kıskanıyorsun! Hahahaha!
Azrail sırıttı. Diğer bütün meleklerin içinde gülümsediği zaman en az İblis kadar ürpertici olabilen tek melek oydu.
- Belki sadece senin "ölüm" ü kıskandığın kadar İblis. Ölüm kadar tanınırım ben.
- Doğru, doğru ama ben de "ceza" kadar bilinirim. Ayrıca bu, kutsal kitaplarda adımın seninkinden daha fazla geçtiği gerçeğini değiştirmiyor!
- Sen busun işte, incelikleri kavrayamıyorsun. Benim diğer adım ölümdür. Ve kutsal kitaplar ölümden sıklıkla bahseder İblis. Üstelik senin adından önce, ölüm gelir.
İki düşmanın 5 dakikadan fazla başbaşa kalması, kaçınılmaz bir çekişmeye yol açmıştı. İblis’in alaycılığı ve Azrail’in sabrı hemen hemen aynı anda öfkeye dönüşmüştü. Darwin, bir kere daha tam zamanında odaya dalarak biri düşmüş iki meleğin kıyasıya girişeceği mücadeleyi başlamadan bitirdi. Her ikisi de başlarını çevirip, geniş kanatlı yüksek kapıdan giren Darwin’e ve yanında getirdiği baygın adama baktılar.
İşte ne olduysa o anda oldu. İki melek de feryadı bastı.
- Oğlum!!! Yavrummmm!!!
- Yüce Tanrım sen bizi bağışla, bu da nesi böyle!
Azrail inanamaz gözleri yuvalarından fırlamış bir şekilde İblis’in masasının arkasına sığınmıştı. İblis ise tam aksi yöne atılarak Marilyn Manson’u kucaklamaya çalışıyordu. Durumun vehametini çarçabuk idrak eden Darwin, ikisini de sakinleştirmesi gerektiğini biliyordu ama bunu nasıl yapacağı konusunda hiçbir fikri yoktu. Sonunda birşey yapmadan beklemeye, meleklerin kendine gelmesi için onlara zaman tanımaya karar verdi. Ne de olsa bu adamı ilk gördüğü zaman kendisinin de dili tutulmuş, 3 gün boyunca konuşamamıştı. Baygın durumda havada süzülen adama dakikalarca baktıktan sonra, ilk konuşan İblis oldu.
- Yine yanıldığını bildirmekten mutluluk duyarım Darwin. Bu da Michael Jackson değil! Bu benim oğlum!
Masanın ardından çıkmaya hiç niyeti olmadığı her halinden belli olan Azrail lafa karıştı.
- Saçmalama İblis, oğlun falan yok senin. Ama bir oğlun olduğunu bilseydim, onun kesinlikle bu olduğuna yemin edebilirdim. Her neyse, Charles’ın getirdiği adam Michael Jackson olabilir.
Darwin, Azrail ve İblis’in nihayet sakinleşmesine ve söz sırasının kendisine gelmesine sevindi.
- Başarısızlıkla sonuçlanan ilk denememden sonra uzun uzun araştırdım. Bu kez eminim. Karşınızda gördüğünüz bu adam Michael Jackson’dur! Evrim geçirmiş hali ile tabii.
Azrail çekinerek sordu:
- Eminsin değil mi Charles? Canını almam gereken adam bu mu?
- Evet evet, kesinlikle. Bu adamın Michael Jackson olduğuna dair inancım tam.
Tenis maçı seyreder gibi bir Azrail’e bir Darwin’e bakan İblis sinir küpüne dönmüştü.
- Onu size vereceğimi mi sanıyorsunuz? Oğlum o benim. Michael Jackson’mış pehh! Nereden biliyorsun Michael Jackson olduğunu? İspatla hadi!
Azrail şüpheyle dudaklarını büktü.
- Bunu söylemekten nefret ediyorum ama İblis haklı Charles. Elinde herhangi bir kanıt var mı?
- Şey, hayır ama...
Darwin’i bu zor durumdan kurtaran, aniden başlayıp ardı arkası kesilmeyen ısrarlı kapı vuruşları oldu. İblis kapıya doğru seslendi.
- Meşgulüm, daha sonra gelin.
- Efendimiz, çok hem de çok acil bir durum var.
- Acil olmayan tek bir şey söylesenize bana? Cehennemde herşey çok acil zaten. Meşgulüm dedim, sonra!
- Ama efendimiz!
- NEEE???
- Burada bir kadın var, Darwin’i içeri girerken görmüş, yanındaki adamı tanıdığını ve muhakkak görüşmesi gerektiğini söylüyor.
- Off, pekala, yolla içeri.
Kapı açıldı, içeri muhteşem bir sarışın girdi. Cehennem azabı kadının güzelliğinden hiçbir şey götürmemişti sanki. Vakur bir tavırla yürüyen kadın, odanın ortaında durdu ve içeridekileri zarif bir baş hareketiyle selamladı. İnce kemikli işaret parmağını, havada baygın olarak süzülen adama doğrulttu.
- Müthiş bir yanlış yapıyorsunuz beyler.
Dedi. Darwin hipnoza girmiş gibi kadına bakıyordu, çenesinden usul usul akan salyanın farkında değildi. Azrail iyice meraklanmıştı.
- Beyler mi? O da ne demek?
İblis, havada süzülen adama doladığı kollarını çözerek Azrail’e döndü.
- Bunlar böyle, ya kadın olacaksın ya erkek. Cinsiyetsizlikten haberleri yok. Mutlaka birinden biri olmak zorundasın. Yani en azından pek çoğu böyle.
Azrail, İblis’i boşverip aralarına yeni katılan bu sürpriz konuğa sordu:
- Hanımefendi, bu adamı tanıyor musunuz? Eğer tanıyorsanız bize kim olduğunu söyleyebilir misiniz lütfen?
- Tanımaz olsaydım. Adımı çaldı bu rezil! Tanrı aşkına bir şu sefilin haline bakın bir de benim güzelliğime. Hangi hakla, ne cüretle ismimi çalıyor? Bunun hesabını vermesi gerek. Hem de hemen!
- Adınız Michael mı hanımefendi?
- Michael mı? MICHAEL MI? Beni tanımıyor musun sen?
- Özür dilerim hanımefendi ama hayır. Canını aldığım bütün insanların isimlerini bilmiyorum. Hepsini aklımda tutmuyorum gereksiz geliyor.
- Hmm.. Sarışın sever misin diye sorsam? Ya da sıcak?
İblis küçük bir kahkaha attı.
- Sarışın esmer ayırdetmem, hepsine işkence etmekten zevk duyarım, ama sıcak sevmemek gibi bir seçeneğim yok değil mi?
Azrail sıkılmaya başlamıştı.
- Hanımefendi, lütfen bilmece gibi konuşmayı bırakın da, kim olduğunuzu söyleyin. Hala anlayamadıysanız bir kez daha açıklayayım, burası eskiden yaşadığınız dünyaya benzemez!
- Pekala off, Marilyn Monroe’yum ben. Yaşarken büyük bir oyuncuydum. Herkes bana hayrandı. Bu şapşal da hayranmış demek, adımı çalmış. Bunu duyduğumda deliye dönmüştüm. Hesabını sormaya yemin ettim. İşte şimdi karşımda duruyor ve... ama bu adam neden baygın?
- Marilyn mi? Adamın adı Marilyn mi? Charles! Bak hanımefendi ne diyor! Doğru mu bu Charles?
Ne yazık ki Darwin’in, Marilyn Monroe’yla aynı odada bulunmaktan beyni sulanmıştı. Ağzının kenarından süzülen salyaları toplama zahmetine bile girmeyerek transa geçmiş gibi "Marilyn!" dedi. Aslında Marilyn Monroe’nun dikkatini çekmeye çalışıyordu ama Azrail bu cevabın kendisine verildiğini sandı.
- Charles! Bu ikinci yanlışın! Yalnızca tek bir hakkın kaldı, bilmem farkında mısın? Bir dahaki sefer ya Michael Jackson’u getir ya da katlanarak sana geri dönen cezana hazırlan!
Ve birden yok oldu. İblis, Darwin’in getirdiği bu adamın oğlu olmadığı gerçeğiyle yıkılmıştı. Odada bulunan herkesi kapı dışarı etti. Yalnız kaldığında, sadece kendinin ve oğlunun bulunduğu bir alemin hayaliyle düşüncelere daldı. "Keşke bir oğlum olsaydı" diye mırıldanıyordu.
ölünün ardından konuşmalar, diğer taraftan dedikodular, bir takım terbiyesizlikler, şakalar
26 Şubat 2009 Perşembe
21 Şubat 2009 Cumartesi
Fear is the path to the dark side
Adam emekleyerek mağaranın çıkışına yaklaştı ve ürkek hareketlerle başını dışarı çıkardı. İki gündür bu mağaradaydı ve korkusundan dışarı çıkamamıştı. İlk gün karanlık korkusunu yenmek için uğraştı, ikinci gün kulaklarını karanlıktan gelen seslere kapatmaya çalıştı. Midesinden yükselen gurultular, mağarada giderek büyüyen sesleri tahammül edilmez boyuta getirdiğinde daha fazla bekleyemedi. Ne olacaksa şimdi olacaktı.
Titremesinin nedeni sinir bozukluğu muydu, yoksa açlık mı, belki de hiçbir zaman öğrenemeyecekti. Nedenin soğuk olmadığından emindi. Hayatı boyunca bu kadar sıcak bir yerde bulunmamıştı.
Dışarı çıkınca sırtını mağara duvarına yasladı ve minik yengeç adımlarıyla yüzey boyunca ilerledi. Duvarın bitimine geldiğinde dişlerinin takırtısını bastırmaya çalışarak boynunu uzattı.
"Böh!"
Attığı çığlık cehennemin dört bir yanında yankılandı. Zebaniler şimdiye kadar pek çok çığlık duymuşlardı. Ama şimdiye kadar kimse bu kadar basit bir nedenle, bu kadar yüksek desibele çıkmamıştı.
Alfred Hitchcock oracıkta korkudan bayıldı.
"Edgar... Buraya geldiğinden beri çok durgunsun. Neden benimle konuşmuyorsun?"
"Bunu anlayamayacak kadar küçüksün. Beni tanıyamayacak kadar küçüktün. Bana eskisi gibi olmamı söyleme... Bir daha asla."
"Ah Edgar! Eskisi gibisin işte! Yaşarken olduğun kadar depresif ve şairane!"
"Bu kadar şiirsel konuşmak bize yakışmıyor Victoria! Cehennemde olduğumuzu anlayamadın mı hala? Acı çekiyorum, bırak beni burada! Ve benim için üzülme... Bir daha asla!"
"Gaaak!"
"Bu lanetli kuş da nereden çıktı? Yoksa bir kez daha mı alacaksın elimden Victoria'yı? Sana vermediğim ne kaldı, söyle bana! Sanatımdan başka... Sanatımdan başka..."
"Hayır Edgar, kuzgun zebanilerin bizi ilerideki mağaraya çağırdığını söylüyor. Hemen kalk. Onları bekletirsek daha sert cezalandırılacağımızı biliyorsun. Çabuk çabuk!"
"Sen bunu nereden biliyorsun Victoria? Kuşlarla konuşmayı ne zaman öğrendin?"
"Oh, sevgilim... Burada bana nasıl işkence ettiklerini sanıyorsun? Senin dünyada neler çektiğini izlettiler bana sürekli. Orada duruyordun, alkolün pençesinde... Adeta bir kuzgun gibi! Sana daha yakın olmak için bu dili öğrenmek zorundaydım, anlıyor musun beni?"
"Tamam Victoria, kes artık lirik lirik zırvalamayı. Zebanilerin yanına gidelim, gerektiği gibi çekeriz cezamızı."
"Deli Arap takkesi, le le le le canım! Cehennemde bir kedi, iblissin güzelsin!"
Kendini Abdul Alhazred, cehennemi de kayıp kıta Hoplantis diye adlandıran adam yine deli deli dolaşmaktaydı. Dünyayı izlerken duyduğu ve uydurduğu sözlerle süslediği şarkıyı bağıra çağıra söylemesi, cehennem ahalisini genel olarak rahatsız etmekteydi. Bununla eğlenenler de yok değildi elbette. Özellikle yavru zebaniler Cthulhu hikayelerini tekrar tekrar dinlemekten büyük zevk alıyorlardı. Succubuslar da durumdan oldukça memnundu. İyi birer anne olamayacakları başından beri biliniyordu. Etrafta çocukları oyalayan birinin olması hepsinin işine geliyordu. Bir de şu detone sesi olmasaydı... Yine de eğlenceli ve işe yarar bir deliydi Lovecraft.
"Howard! Şu iğrenç sesini kes ve benimle gel!"
"Sonsuza kadar uyuyan dümbelek değildir ki ölü olsun bir de. Hem yeteri kadar tuhaf pozisyonlarda beklersen samanı da öldürebilirsin, ölümün kendisini de! Çok mantıklı değil mi? Bu versiyonu yeni buldum."
"Howard, gerçekten sesine katlanmakta zorlanıyorum. Lütfen susup beni izle. Sana dilini tekrar yedirmek istemiyorum. Anlarsın ya, bir yerden sonra delinin tekine işkence etmek sıkıcı oluyor."
"Nereye gidiyoruz? Ahtapot kafa mı çağırdı yoksa? Bir gün onu göreceğimi biliyordum, çağrısını hep kafamda duyuyordum zaten. Oh bebeğim! O kadar heyecanlandım ki şimdi delireceğim!"
Kendisine "bebeğim" diye hitap edilmesinden doğal olarak hoşlanmayan, aynı zamanda Lovecraft'ın zırvalarından ziyadesiyle sıkılmış olan zebani sivri tırnağını adamın ağzına soktu. Bir dilin kopmadan önce ne kadar uzayabileceğini gören eski bir porno yıldızının ağzı şaşkınlıkla açıldı. Oradan geçmekte olan başka bir zebani bu fırsatı değerlendirmekte gecikmedi. Yaşamı süresince de ağzı pek boş kalmayan porno yıldızı cennete inancını tamamen kaybetti. Hatta ölmüş olduğundan bile şüphelenmeye başladı. Deli bir adamın bitmek bilmeyen konuşmaları sayesinde cehenneme bir skeptik filozof daha eklenmişti. Ama bu elbette başka bir hikayenin konusuydu.
"Tekrar deneyin lanet herifler!"
Canlıları korkutmak elbete kolaydı. Halihazırda gölgelerinden bile korkuyor olmalarını saymazsak, kaybedecek çok şeyleri vardı. Eve erken dönmeleri için karanlıkla, iyi olmak için cehennemle korkutulan bir ırktı insanlık. Özgür irade diye bir şey verilmişti onlara ama ne yazık ki bu muhteşem özellik korkularını artırmaktan başka bir işe yaramamıştı. Bu yüzden Hitchcock, Poe ve Lovecraft yaşayanlar arasında çok rağbet görmüştü. Ne var ki cehennemde işler böyle yürümüyordu. Burada herkes en büyük korkusuyla zaten yüzleşmişti.
Cehennemde Poe'nun hikayelerini fıkra olarak anlatıyorlardı. Adamın bu kadar depresif olmasına, Victoria'nın dizinin dibinden ayrılmamasına şaşmamak gerekirdi. Lovecraft zaten delirmişti ve cehennem soytarısı olarak kullanılıyordu. Hitchcock'un durumu ise tek kelimeyle içler acısıydı. Yaşarken korkunun ustası olarak bilinen adam, burada yolunacak tavuktan farksızdı.
Ne yazık ki koskoca İblis bu zavallılardan medet umacak duruma gelmişti. Allah'ın belası hıçkırıktan kurtulması için birilerinin onu gerçekten korkutması gerekiyordu.
Saatlerce uğraştılar. Her başarısızlıklarında korkunç cezalara çarptırıldılar. Yaşarken olamadıkları kadar yaratıcı, kendi en büyük korkularını ifşa edecek kadar çaresizdiler. Hiçbiri işe yaramadı. İblis'in hıçkırığını geçirecek kadar korkunç bir şey hiçbirinin aklına gelmedi.
Sonunda İblis de vazgeçti. Dünyada herkesin saygıyla andığı üç lanetli ruhu en büyük cezaya çarptırdı. Cehennemde geçirecekleri süre boyunca en korkaklar tarafından bile aşağılanacak, kurdukları her cümle bir komedi filminde replik olarak kullanılacaktı.
İblis herkesi gönderdikten sonra bıkkınlıkla masasına geçti. Derin bir iç çekmeye çalıştı ama hıçkırığı buna izin vermedi. Başını masaya koydu, kim bilir kaçıncı kez nefesini tuttu ve bekledi. Nefes almaya ihtiyaç duymadığı için bunu yıllarca sürdürebilirdi ki...
"Gaaak!"
İblis korkuyla yerinde sıçradı. Hıçkırığı geçmişti.
Titremesinin nedeni sinir bozukluğu muydu, yoksa açlık mı, belki de hiçbir zaman öğrenemeyecekti. Nedenin soğuk olmadığından emindi. Hayatı boyunca bu kadar sıcak bir yerde bulunmamıştı.
Dışarı çıkınca sırtını mağara duvarına yasladı ve minik yengeç adımlarıyla yüzey boyunca ilerledi. Duvarın bitimine geldiğinde dişlerinin takırtısını bastırmaya çalışarak boynunu uzattı.
"Böh!"
Attığı çığlık cehennemin dört bir yanında yankılandı. Zebaniler şimdiye kadar pek çok çığlık duymuşlardı. Ama şimdiye kadar kimse bu kadar basit bir nedenle, bu kadar yüksek desibele çıkmamıştı.
Alfred Hitchcock oracıkta korkudan bayıldı.
"Edgar... Buraya geldiğinden beri çok durgunsun. Neden benimle konuşmuyorsun?"
"Bunu anlayamayacak kadar küçüksün. Beni tanıyamayacak kadar küçüktün. Bana eskisi gibi olmamı söyleme... Bir daha asla."
"Ah Edgar! Eskisi gibisin işte! Yaşarken olduğun kadar depresif ve şairane!"
"Bu kadar şiirsel konuşmak bize yakışmıyor Victoria! Cehennemde olduğumuzu anlayamadın mı hala? Acı çekiyorum, bırak beni burada! Ve benim için üzülme... Bir daha asla!"
"Gaaak!"
"Bu lanetli kuş da nereden çıktı? Yoksa bir kez daha mı alacaksın elimden Victoria'yı? Sana vermediğim ne kaldı, söyle bana! Sanatımdan başka... Sanatımdan başka..."
"Hayır Edgar, kuzgun zebanilerin bizi ilerideki mağaraya çağırdığını söylüyor. Hemen kalk. Onları bekletirsek daha sert cezalandırılacağımızı biliyorsun. Çabuk çabuk!"
"Sen bunu nereden biliyorsun Victoria? Kuşlarla konuşmayı ne zaman öğrendin?"
"Oh, sevgilim... Burada bana nasıl işkence ettiklerini sanıyorsun? Senin dünyada neler çektiğini izlettiler bana sürekli. Orada duruyordun, alkolün pençesinde... Adeta bir kuzgun gibi! Sana daha yakın olmak için bu dili öğrenmek zorundaydım, anlıyor musun beni?"
"Tamam Victoria, kes artık lirik lirik zırvalamayı. Zebanilerin yanına gidelim, gerektiği gibi çekeriz cezamızı."
"Deli Arap takkesi, le le le le canım! Cehennemde bir kedi, iblissin güzelsin!"
Kendini Abdul Alhazred, cehennemi de kayıp kıta Hoplantis diye adlandıran adam yine deli deli dolaşmaktaydı. Dünyayı izlerken duyduğu ve uydurduğu sözlerle süslediği şarkıyı bağıra çağıra söylemesi, cehennem ahalisini genel olarak rahatsız etmekteydi. Bununla eğlenenler de yok değildi elbette. Özellikle yavru zebaniler Cthulhu hikayelerini tekrar tekrar dinlemekten büyük zevk alıyorlardı. Succubuslar da durumdan oldukça memnundu. İyi birer anne olamayacakları başından beri biliniyordu. Etrafta çocukları oyalayan birinin olması hepsinin işine geliyordu. Bir de şu detone sesi olmasaydı... Yine de eğlenceli ve işe yarar bir deliydi Lovecraft.
"Howard! Şu iğrenç sesini kes ve benimle gel!"
"Sonsuza kadar uyuyan dümbelek değildir ki ölü olsun bir de. Hem yeteri kadar tuhaf pozisyonlarda beklersen samanı da öldürebilirsin, ölümün kendisini de! Çok mantıklı değil mi? Bu versiyonu yeni buldum."
"Howard, gerçekten sesine katlanmakta zorlanıyorum. Lütfen susup beni izle. Sana dilini tekrar yedirmek istemiyorum. Anlarsın ya, bir yerden sonra delinin tekine işkence etmek sıkıcı oluyor."
"Nereye gidiyoruz? Ahtapot kafa mı çağırdı yoksa? Bir gün onu göreceğimi biliyordum, çağrısını hep kafamda duyuyordum zaten. Oh bebeğim! O kadar heyecanlandım ki şimdi delireceğim!"
Kendisine "bebeğim" diye hitap edilmesinden doğal olarak hoşlanmayan, aynı zamanda Lovecraft'ın zırvalarından ziyadesiyle sıkılmış olan zebani sivri tırnağını adamın ağzına soktu. Bir dilin kopmadan önce ne kadar uzayabileceğini gören eski bir porno yıldızının ağzı şaşkınlıkla açıldı. Oradan geçmekte olan başka bir zebani bu fırsatı değerlendirmekte gecikmedi. Yaşamı süresince de ağzı pek boş kalmayan porno yıldızı cennete inancını tamamen kaybetti. Hatta ölmüş olduğundan bile şüphelenmeye başladı. Deli bir adamın bitmek bilmeyen konuşmaları sayesinde cehenneme bir skeptik filozof daha eklenmişti. Ama bu elbette başka bir hikayenin konusuydu.
"Tekrar deneyin lanet herifler!"
Canlıları korkutmak elbete kolaydı. Halihazırda gölgelerinden bile korkuyor olmalarını saymazsak, kaybedecek çok şeyleri vardı. Eve erken dönmeleri için karanlıkla, iyi olmak için cehennemle korkutulan bir ırktı insanlık. Özgür irade diye bir şey verilmişti onlara ama ne yazık ki bu muhteşem özellik korkularını artırmaktan başka bir işe yaramamıştı. Bu yüzden Hitchcock, Poe ve Lovecraft yaşayanlar arasında çok rağbet görmüştü. Ne var ki cehennemde işler böyle yürümüyordu. Burada herkes en büyük korkusuyla zaten yüzleşmişti.
Cehennemde Poe'nun hikayelerini fıkra olarak anlatıyorlardı. Adamın bu kadar depresif olmasına, Victoria'nın dizinin dibinden ayrılmamasına şaşmamak gerekirdi. Lovecraft zaten delirmişti ve cehennem soytarısı olarak kullanılıyordu. Hitchcock'un durumu ise tek kelimeyle içler acısıydı. Yaşarken korkunun ustası olarak bilinen adam, burada yolunacak tavuktan farksızdı.
Ne yazık ki koskoca İblis bu zavallılardan medet umacak duruma gelmişti. Allah'ın belası hıçkırıktan kurtulması için birilerinin onu gerçekten korkutması gerekiyordu.
Saatlerce uğraştılar. Her başarısızlıklarında korkunç cezalara çarptırıldılar. Yaşarken olamadıkları kadar yaratıcı, kendi en büyük korkularını ifşa edecek kadar çaresizdiler. Hiçbiri işe yaramadı. İblis'in hıçkırığını geçirecek kadar korkunç bir şey hiçbirinin aklına gelmedi.
Sonunda İblis de vazgeçti. Dünyada herkesin saygıyla andığı üç lanetli ruhu en büyük cezaya çarptırdı. Cehennemde geçirecekleri süre boyunca en korkaklar tarafından bile aşağılanacak, kurdukları her cümle bir komedi filminde replik olarak kullanılacaktı.
İblis herkesi gönderdikten sonra bıkkınlıkla masasına geçti. Derin bir iç çekmeye çalıştı ama hıçkırığı buna izin vermedi. Başını masaya koydu, kim bilir kaçıncı kez nefesini tuttu ve bekledi. Nefes almaya ihtiyaç duymadığı için bunu yıllarca sürdürebilirdi ki...
"Gaaak!"
İblis korkuyla yerinde sıçradı. Hıçkırığı geçmişti.
18 Şubat 2009 Çarşamba
Take me to the other side - I
Ölüm Meleği İblis’in odasına girdiğinde onu masaya dayanmış tırnaklarını sivriltmekle meşgul buldu. Elleri ve ayakları zincirlenmiş, yanıklar içindeki adam yanı başında duruyordu. Bir İblis’e bir de Azrail’e baktı ve "Kanatlı maymunlar! Evrimde son nokta bu olmalı! Bırakın beni!" diye bağırdı. İblis gözlerini tırnaklarından ayırmadan, Darwin’i çatalının ucuyla dürttü. Adam anında sustu. Azrail, Darwin’i süzüyordu. İblis’e,
- Bu mu?
diye sordu.
- Ta kendisi.
dedi İblis, Azrail’e bakmıyor, tırnaklarındaki tozları üflüyordu.
Azrail’i ve İblis’i incelemek için çılgınca bir istek duyan Darwin gözlerini onlardan alamıyordu.
- Bunu - çenesiyle İblis’i işaret etti - tanıyorum da, sen kimsin? Bir yerlerden hatırlıyor gibiyim seni.
- Hatırlarsın tabii. Canını almıştım. Seni buraya neden çağırdığımızı biliyor musun?
- Nereden bileyim? Kazanda yanmak yerine, değişiklik olsun diye diken mi yesem diyordum kendi kendime, zebaniler geldi aldı beni. Buraya getirdiler. - yine çenesiyle İblis’i gösterdi - Bununla bir başıma kaldım.
- Sana bir görev vereceğiz Charles. Hoşuna gideceğini umuyorum.
- Hayır, maymun taklidi yapmam. Yeter artık, bıkmadınız mı hala? Teorimdeki inceliği ya anlamıyorsunuz ya da anlamak istemiyorsunuz. Cennetteki muz ağacını bana verseniz bile, yine de maymun gibi zıplamayacağım işte!
İblis kendine daha fazla hakim olamayıp kahkahayı patlattı. Azrail gözlerini korkunç bir öfkeyle İblis’e çevirdi. İblis gözlerinden yaşlar akarak gülüyordu, neredeyse katılmak üzereydi, güçlükle konuşabildi.
- Görmen lazımdı bunu. Ellerini çırpıyor, bir çömelip bir kalkıyordu. Hele o göbeğini kaşıması yok mu, Hahahahahahaha!
Azrail gülmedi. İblis, Azrail’in ona kızdığını anlamış, bir elini çaktırmadan çatalına götürmüştü. Oysa İblis’i çok iyi tanıyan Azrail, o daha çatalına uzanırken, çoktan orağını çıkarmıştı. Darwin, ölülerin bile pek çoğunun şahit olmadığı bu olağanüstü durum karşısında bir şeyler yapma gereği hissetti.
- Heey! Beni neden buraya getirdiğinizi hala açıklamadınız ! Bakın son defa söylüyorum, asla maymun taklidi falan yapmam.
Azrail orağını cübbesinin içine yerleştirirken, İblis de çatalını kenara bıraktı. Hala birbirilerine bakıyorlar, ihtiyatı elden bırakmıyorlardı. Nihayet Azrail Darwin’le konuşması gerektiğini hatırladı.
- Evet, ne diyordum, bir görev. Evet. Hoşuna gidecek. Birinin evrim geçirip geçirmediğini anlayabilir misin?
- Üzerinde biraz çalışırsam elbette anlayabilirim.
- Uzun zaman önce öldürmüş olmamız gereken biri var dünyada. Ama onu bulamıyoruz Evrim geçirmiş olabileceğinden şüpheleniyoruz. Onu bizim için bulman gerekiyor. Dünyaya geri gönderileceksin. Eğer onu ya da o olduğundan şüphelendiğin birini bulursan, kimseye haber vermeden derhal bizimle irtibata geç. 3 hakkın var. 3 seferde onu bulamazsan, görevine son vereceğiz ve cehennemdeki ızdırabına geri döneceksin. Evet, ne dersin?
- Ne diyeyim, Allah ! derim.
İblis bu kez gülmekten basbayağı yere yuvarlandı. Azrail’in bile dudakları tebessümle kıvrılmıştı. İblis kahkahalarının arasından kesik kesik konuştu.
- Diyorum size, hepsi üşütük bunların. Hahahahaha! Ne dersin Darwin bir daha söylesene ! Hahahahaha!
İblis yerde resmen tepiniyor, zemini yumrukluyordu. Azrail onun bu haline acıyarak baktı, sonra yine Darwin’e döndü.
- Kabul ettiğine göre, hemen başlayabilirsin. Bulman gereken adamla ilgili bilgileri içeren dosya burada. Söylediğim gibi, yalnızca 3 hakkın var. Başarısız olursan cehenneme geri döenceksin.
- Başarılı olursam?
- Cezan hafifletilecek.
- Eh, buna da şükür. (İblis'in kahkahaları, tam burada çığlıklara dönüştü.) Gidiyorum öyleyse.
- Onu bulmadan gelme Charles.
- Merak etme.
Darwin, İblis ve Azrail’e bir şüpheli bulduğunu haber verdiğinde, bu görüşmenin üzerinden 1 ay geçmişti. Ölüm Meleği ve İblis, İblis’in odasında Darwin’i bekliyorlardı. Kapı birkaç kez nazikçe vuruldu, içeri tam bir İngiliz Beyefendisi gibi giyinmiş Darwin ve yanında getirdiği baygın biri girdi. Azrail heyecanla atıldı.
- Bu olduğuna eminsin değil mi Charles? Bir yanlışlık yapmış olmayasın?
- Eminim. Yani neredeyse. Michael Jackson kesinlikle evrim geçirmiş. Buna hiç şüphem kalmadı. Ben de hesapladım, araştırdım aşağı yukarı bunun gibi - baygın vaziyette yanında duranı işaret etti - birşey olması gerekiyor dedim. Sonra da alıp getirdim size işte.
İblis yine gülmeye başladı. Azrail de, Darwin de dönüp şaşkınlıkla İblis’e baktılar. Onların şaşkınlığı İblis’i daha da eğlendirmişe benziyordu, gitgide yükselen bir perdeden kahkahalar atıyordu. Azrail dayanamadı.
- Ne oldu Tanrı aşkına? Ne diye gülüp duruyorsun?
- Hahahahaha! Şuna baksana! Bize bir kadın getirmiş! Hahahahaha! Diğerlerini bilmem ama, Darwin, sen kesinlikle maymundan geliyorsun! Bir maymundan daha zeki değilsin çünkü! Hahahaha! Bir de araştırıp getirdiğini söylüyor! Demek araştırmasa bize bir çam ağacı falan getirecekti.Hahahaha!
Azrail büyük bir hayalkırıklığıyla Darwin’e baktı.
- Doğru mu? Kadın mı bu şimdi?
- Evet doğru. E, ne var bunda, evrim geçirip kadın olmuş işte. Kadın, erkekten daha yüksek bir biyolojik yapıya sahiptir. Normal bu. Bir gün herkes kadın olacak.
Azrail ikna olmamış gibiydi. İblis ise Darwin’in cevabına kasıklarını tuta tuta güldü. Azrail meraklandı.
- Yine neden gülüyorsun? Komik olan ne?
- Bu kadın o değil! Hahahaha! Tanımadın mı? Şarkıcı bu.
- Yoo tanımadım, tanımalı mıydım?
- Hahahahaha! Bu işin bu kadar eğlenceli olabileceğini hiç tahmin etmemiştim! Hahahaha! Bülent Ersoy bu! Hahahahahahahahaha!!!!
Şimdi Darwin de az önce Azrail’in yaşadığı hayal kırıklığını yaşıyordu.
- Benziyor ama...
diyebildi. Azrail bu kez kızmıştı.
- Charles... 3 hakkından birini kaybettin. Kaldı 2. iyi değerlendirmeni öneririm. Bir dahaki sefere iyice araştırmadan gelme.
- Tamam... Tabii... Evet, tabii, araştıracağım. Bir daha olmaz.
- Ben de öyle umarım.
Bu fiyaskonun ardından Darwin daha dikkatli davranmaya başladı. Arayışı 2 yıl sürdü. Günlerden bir gün Darwin’in geri geldiği, yanında da birini getirdiği haberi ulaştı Ölüler Diyarı’na. Azrail ve İblis, 2 yıl aradan sonra, yine aynı odada oturmuş, Darwin’i bekliyorlardı.
- Bu mu?
diye sordu.
- Ta kendisi.
dedi İblis, Azrail’e bakmıyor, tırnaklarındaki tozları üflüyordu.
Azrail’i ve İblis’i incelemek için çılgınca bir istek duyan Darwin gözlerini onlardan alamıyordu.
- Bunu - çenesiyle İblis’i işaret etti - tanıyorum da, sen kimsin? Bir yerlerden hatırlıyor gibiyim seni.
- Hatırlarsın tabii. Canını almıştım. Seni buraya neden çağırdığımızı biliyor musun?
- Nereden bileyim? Kazanda yanmak yerine, değişiklik olsun diye diken mi yesem diyordum kendi kendime, zebaniler geldi aldı beni. Buraya getirdiler. - yine çenesiyle İblis’i gösterdi - Bununla bir başıma kaldım.
- Sana bir görev vereceğiz Charles. Hoşuna gideceğini umuyorum.
- Hayır, maymun taklidi yapmam. Yeter artık, bıkmadınız mı hala? Teorimdeki inceliği ya anlamıyorsunuz ya da anlamak istemiyorsunuz. Cennetteki muz ağacını bana verseniz bile, yine de maymun gibi zıplamayacağım işte!
İblis kendine daha fazla hakim olamayıp kahkahayı patlattı. Azrail gözlerini korkunç bir öfkeyle İblis’e çevirdi. İblis gözlerinden yaşlar akarak gülüyordu, neredeyse katılmak üzereydi, güçlükle konuşabildi.
- Görmen lazımdı bunu. Ellerini çırpıyor, bir çömelip bir kalkıyordu. Hele o göbeğini kaşıması yok mu, Hahahahahahaha!
Azrail gülmedi. İblis, Azrail’in ona kızdığını anlamış, bir elini çaktırmadan çatalına götürmüştü. Oysa İblis’i çok iyi tanıyan Azrail, o daha çatalına uzanırken, çoktan orağını çıkarmıştı. Darwin, ölülerin bile pek çoğunun şahit olmadığı bu olağanüstü durum karşısında bir şeyler yapma gereği hissetti.
- Heey! Beni neden buraya getirdiğinizi hala açıklamadınız ! Bakın son defa söylüyorum, asla maymun taklidi falan yapmam.
Azrail orağını cübbesinin içine yerleştirirken, İblis de çatalını kenara bıraktı. Hala birbirilerine bakıyorlar, ihtiyatı elden bırakmıyorlardı. Nihayet Azrail Darwin’le konuşması gerektiğini hatırladı.
- Evet, ne diyordum, bir görev. Evet. Hoşuna gidecek. Birinin evrim geçirip geçirmediğini anlayabilir misin?
- Üzerinde biraz çalışırsam elbette anlayabilirim.
- Uzun zaman önce öldürmüş olmamız gereken biri var dünyada. Ama onu bulamıyoruz Evrim geçirmiş olabileceğinden şüpheleniyoruz. Onu bizim için bulman gerekiyor. Dünyaya geri gönderileceksin. Eğer onu ya da o olduğundan şüphelendiğin birini bulursan, kimseye haber vermeden derhal bizimle irtibata geç. 3 hakkın var. 3 seferde onu bulamazsan, görevine son vereceğiz ve cehennemdeki ızdırabına geri döneceksin. Evet, ne dersin?
- Ne diyeyim, Allah ! derim.
İblis bu kez gülmekten basbayağı yere yuvarlandı. Azrail’in bile dudakları tebessümle kıvrılmıştı. İblis kahkahalarının arasından kesik kesik konuştu.
- Diyorum size, hepsi üşütük bunların. Hahahahaha! Ne dersin Darwin bir daha söylesene ! Hahahahaha!
İblis yerde resmen tepiniyor, zemini yumrukluyordu. Azrail onun bu haline acıyarak baktı, sonra yine Darwin’e döndü.
- Kabul ettiğine göre, hemen başlayabilirsin. Bulman gereken adamla ilgili bilgileri içeren dosya burada. Söylediğim gibi, yalnızca 3 hakkın var. Başarısız olursan cehenneme geri döenceksin.
- Başarılı olursam?
- Cezan hafifletilecek.
- Eh, buna da şükür. (İblis'in kahkahaları, tam burada çığlıklara dönüştü.) Gidiyorum öyleyse.
- Onu bulmadan gelme Charles.
- Merak etme.
Darwin, İblis ve Azrail’e bir şüpheli bulduğunu haber verdiğinde, bu görüşmenin üzerinden 1 ay geçmişti. Ölüm Meleği ve İblis, İblis’in odasında Darwin’i bekliyorlardı. Kapı birkaç kez nazikçe vuruldu, içeri tam bir İngiliz Beyefendisi gibi giyinmiş Darwin ve yanında getirdiği baygın biri girdi. Azrail heyecanla atıldı.
- Bu olduğuna eminsin değil mi Charles? Bir yanlışlık yapmış olmayasın?
- Eminim. Yani neredeyse. Michael Jackson kesinlikle evrim geçirmiş. Buna hiç şüphem kalmadı. Ben de hesapladım, araştırdım aşağı yukarı bunun gibi - baygın vaziyette yanında duranı işaret etti - birşey olması gerekiyor dedim. Sonra da alıp getirdim size işte.
İblis yine gülmeye başladı. Azrail de, Darwin de dönüp şaşkınlıkla İblis’e baktılar. Onların şaşkınlığı İblis’i daha da eğlendirmişe benziyordu, gitgide yükselen bir perdeden kahkahalar atıyordu. Azrail dayanamadı.
- Ne oldu Tanrı aşkına? Ne diye gülüp duruyorsun?
- Hahahahaha! Şuna baksana! Bize bir kadın getirmiş! Hahahahaha! Diğerlerini bilmem ama, Darwin, sen kesinlikle maymundan geliyorsun! Bir maymundan daha zeki değilsin çünkü! Hahahaha! Bir de araştırıp getirdiğini söylüyor! Demek araştırmasa bize bir çam ağacı falan getirecekti.Hahahaha!
Azrail büyük bir hayalkırıklığıyla Darwin’e baktı.
- Doğru mu? Kadın mı bu şimdi?
- Evet doğru. E, ne var bunda, evrim geçirip kadın olmuş işte. Kadın, erkekten daha yüksek bir biyolojik yapıya sahiptir. Normal bu. Bir gün herkes kadın olacak.
Azrail ikna olmamış gibiydi. İblis ise Darwin’in cevabına kasıklarını tuta tuta güldü. Azrail meraklandı.
- Yine neden gülüyorsun? Komik olan ne?
- Bu kadın o değil! Hahahaha! Tanımadın mı? Şarkıcı bu.
- Yoo tanımadım, tanımalı mıydım?
- Hahahahaha! Bu işin bu kadar eğlenceli olabileceğini hiç tahmin etmemiştim! Hahahaha! Bülent Ersoy bu! Hahahahahahahahaha!!!!
Şimdi Darwin de az önce Azrail’in yaşadığı hayal kırıklığını yaşıyordu.
- Benziyor ama...
diyebildi. Azrail bu kez kızmıştı.
- Charles... 3 hakkından birini kaybettin. Kaldı 2. iyi değerlendirmeni öneririm. Bir dahaki sefere iyice araştırmadan gelme.
- Tamam... Tabii... Evet, tabii, araştıracağım. Bir daha olmaz.
- Ben de öyle umarım.
Bu fiyaskonun ardından Darwin daha dikkatli davranmaya başladı. Arayışı 2 yıl sürdü. Günlerden bir gün Darwin’in geri geldiği, yanında da birini getirdiği haberi ulaştı Ölüler Diyarı’na. Azrail ve İblis, 2 yıl aradan sonra, yine aynı odada oturmuş, Darwin’i bekliyorlardı.
Take me to the other side - intro
İblis, her zamanki gibi makamındaydı ama her zamankinden farklı olarak bu defa rahat tahtına kurulmuş oturmuyor, bir aşağı bir yukarı dolanıp duruyordu. Hareketlerinden oldukça sinirli olduğu anlaşılıyordu. Sinirli, hata tedirgindi. Ara sıra durup çift kanatlı, siyah kapıya bakıyor, kapı öylece kapalı durmaya devam edince vazgeçip volta atmayı sürdürüyordu. Önemli bir konuk bekliyordu, ölüm meleği ziyaretine gelecekti. Gönderdiği notta "çok acil ve önemli" yazıyordu.
Az sonra kapı açıldı, bütün azametiyle içeri Azrail girdi. Biri lanetli iki melek, birbirlerine öldürücü bakışlar attılar. Alev alev gözlerinde nefretten başka hiçbirşey yoktu. Ancak "öldürücü" bakışlar söz konusu olduğunda Azrail’in üstünlüğü tartışılmazdı, İblis gözlerini yere indirmek zorunda kaldı. Azrail, bu bakışma düellosunda kazandığı zaferden memnun olduğunu anlatan en ufak bir hareket yapmadı.
- Seni görmek ne güzel!
Dedi İblis, yalan söyleyerek. Bir yandan da neredeyse müstehcen sayılabilecek bir ifadeyle sırıtıyordu. Çatal dilini dudaklarının üzerinde ağır ağır gezdirdikten sonra doğrudan Azrail’e bakarak sordu:
- Ee, anlat bakalım neymiş bu çok acil ve önemli olan şey?
Azrail kaşlarını çatarak karanlık vitraylara baktı, aklı başka yerde gibiydi. İblis’in kötücül sırıtışı yüzüne iyice yayıldı:
- İşler pek iyi gitmiyor galiba, ha?
Diye sordu. Azrail derin bir nefes alarak İblis’e döndü. Tok ve insanın içine işleyen bir sesle cevap verdi.
- Doğrusunu istersen hayır. Bundan tam 5 yıl önce öldürmüş olmamız gereken biri vardı. Sorun şu ki; hala var.
- E, öldürün o zaman. Ne bekliyorsunuz?
- Anlamadın galiba? Sorun onun hala var olması diyorum sana. Öldüremiyoruz. Çünkü onu bulamıyoruz. 5 yıldır bütün dünyada aramadığımız yer kalmadı. Üstelik ne kadar hızlı hareket edebildiğimizi bilirsin.
- Biliyorum.
- Bizden kaçabilmesi mümkün değil. Ama yine de bu, sonucu değiştirmiyor: onu bulup öldüremiyoruz. Bir an önce bulmak zorunayız adamı.Yer yarıldı içine girdi sanki.
- O zaman burada olurdu.
- Doğru.
- Kim bu adam?
- Adı Michael Jackson. Elimizde bir de fotoğrafı var. Ama bu fotoğraftaki kişi dünyada değil. Herkese ama herkese tek tek baktık. Kontrol ettik. Benzeyen biri bile yok.
İblis, fotoğrafı aldı, bir süre inceledi. Sonra aniden ilgisini kaybederek masasının üzerine fırlattı ve sordu:
- Peki benden ne istiyorsun? Dünyaya gelip, onu seninle birlikte arayamayacağımı biliyorsun. Zaten yapmazdım da. Hatta en başından söyleyeyim, benden isteyeceğin yardımı, eğer çıkarlarıma hizmet etmiyorsa, kabul etmeyeceğim.
- Senden yardım isterken "eğer kabul edersen" diye bir ön şart koyduğumu hatırlamıyorum. Ayrıca, herkesin hayatı sona erdiğinde bu adam hala ortalarda dolaşıyor olursa kıyamet günü asla gelmeyecek demektir, bunu anlıyorsun değil mi? ve o gün gelmezse kesinlikle başka bir umudun kalmayacağını da? Şimdi çıkarlarını bir daha düşünmeni şiddetle tavsiye ediyorum.
İblis çenesindeki sivri sakalı kaşıyarak kısa bir an düşündü.
- Pekala, pekala. İsteğini söyle.
- Sizde bir adam olduğunu duyduk. Evrim teorisini geliştirmiş. İnsan soyunun maymundan geldiğini iddia eden adam. Darwin. Charles Darwin.
- Evet, hatırlıyorum onu. Hatta buraya da "maymunlar cehennemi" diyor.
- Ona ihtiyacımız var. Michael Jackson’ı uzun süren çabalar sonucu bulamayınca, "evrim mi geçirdi acaba?" dedik. Maymundan gelmediği kesin ama maymuna gidiyor olabilir. Yalnız, evrim geçirmiş birini diğerlerinden nasıl ayırdederiz bilmiyorum. İşte bu sebeple Darwin gerekiyor bize. Onu, Michael Jackson’ı bulmakla görevlendirerek dünyaya yollayacağız.
- Anlıyorum. Tamam, Darwin’i bulup seninle görüştüreceğim. Ama birkaç gün mühlet ver bana. O en azılı günahkarlardan biri, araştırdıysan bunu da öğrenmişsindir. Kimbilir cehennemin hangi köşesinde işkence görüyor şu anda. Bulmak zaman alabilir.
- Sana tam 3 gün süre İblis. 3 gün sonra karşında olacağım. Aynı şekilde Darwin’i de yanında görmek istiyorum. Görüşmek üzere, unutma, 3 gün sonra.
- 3 gün sonra.
Azrail, muhteşem beyaz cübbesinin eteklerini savurarak odadan çıktı. İblis tahtına çöktü ve Darwin’le ilgili araştırma yapmak için birkaç kitap çekti önüne. Aslında Darwin’in nerede olduğunu gayet iyi biliyordu, sadece zaman kazanmak istemişti. Dünyaya gönderilecek bir cehennemli fikri, hazla ürpermesine sebep oluyordu. Darwin’le ilgili işe yarar bir bilgi kırıntısı ele geçirebilirse, onu kullanarak dünyaya daha fazla nüfuz edebilirdi. İşte İblis, bu düşüncelerle elindeki kitaba daldığı anda zebanilerden biri içeri girmiş ve isyan çıktığını haber vermişti. (Hell of a Day) İsyan günü biterken, asilerin yaptıklarından ilham alan İblis’in aklına parlak bir fikir gelmiş, 3 gün beklemeye gerek olmadığına karar vermişti. Zebaniden Darwin’i getirmesini istedi. Ardından Azrail’e, aradığı kişiyi bulduğunu, ertesi gün görüşebileceklerini bildiren bir mesaj yolladı.
Az sonra kapı açıldı, bütün azametiyle içeri Azrail girdi. Biri lanetli iki melek, birbirlerine öldürücü bakışlar attılar. Alev alev gözlerinde nefretten başka hiçbirşey yoktu. Ancak "öldürücü" bakışlar söz konusu olduğunda Azrail’in üstünlüğü tartışılmazdı, İblis gözlerini yere indirmek zorunda kaldı. Azrail, bu bakışma düellosunda kazandığı zaferden memnun olduğunu anlatan en ufak bir hareket yapmadı.
- Seni görmek ne güzel!
Dedi İblis, yalan söyleyerek. Bir yandan da neredeyse müstehcen sayılabilecek bir ifadeyle sırıtıyordu. Çatal dilini dudaklarının üzerinde ağır ağır gezdirdikten sonra doğrudan Azrail’e bakarak sordu:
- Ee, anlat bakalım neymiş bu çok acil ve önemli olan şey?
Azrail kaşlarını çatarak karanlık vitraylara baktı, aklı başka yerde gibiydi. İblis’in kötücül sırıtışı yüzüne iyice yayıldı:
- İşler pek iyi gitmiyor galiba, ha?
Diye sordu. Azrail derin bir nefes alarak İblis’e döndü. Tok ve insanın içine işleyen bir sesle cevap verdi.
- Doğrusunu istersen hayır. Bundan tam 5 yıl önce öldürmüş olmamız gereken biri vardı. Sorun şu ki; hala var.
- E, öldürün o zaman. Ne bekliyorsunuz?
- Anlamadın galiba? Sorun onun hala var olması diyorum sana. Öldüremiyoruz. Çünkü onu bulamıyoruz. 5 yıldır bütün dünyada aramadığımız yer kalmadı. Üstelik ne kadar hızlı hareket edebildiğimizi bilirsin.
- Biliyorum.
- Bizden kaçabilmesi mümkün değil. Ama yine de bu, sonucu değiştirmiyor: onu bulup öldüremiyoruz. Bir an önce bulmak zorunayız adamı.Yer yarıldı içine girdi sanki.
- O zaman burada olurdu.
- Doğru.
- Kim bu adam?
- Adı Michael Jackson. Elimizde bir de fotoğrafı var. Ama bu fotoğraftaki kişi dünyada değil. Herkese ama herkese tek tek baktık. Kontrol ettik. Benzeyen biri bile yok.
İblis, fotoğrafı aldı, bir süre inceledi. Sonra aniden ilgisini kaybederek masasının üzerine fırlattı ve sordu:
- Peki benden ne istiyorsun? Dünyaya gelip, onu seninle birlikte arayamayacağımı biliyorsun. Zaten yapmazdım da. Hatta en başından söyleyeyim, benden isteyeceğin yardımı, eğer çıkarlarıma hizmet etmiyorsa, kabul etmeyeceğim.
- Senden yardım isterken "eğer kabul edersen" diye bir ön şart koyduğumu hatırlamıyorum. Ayrıca, herkesin hayatı sona erdiğinde bu adam hala ortalarda dolaşıyor olursa kıyamet günü asla gelmeyecek demektir, bunu anlıyorsun değil mi? ve o gün gelmezse kesinlikle başka bir umudun kalmayacağını da? Şimdi çıkarlarını bir daha düşünmeni şiddetle tavsiye ediyorum.
İblis çenesindeki sivri sakalı kaşıyarak kısa bir an düşündü.
- Pekala, pekala. İsteğini söyle.
- Sizde bir adam olduğunu duyduk. Evrim teorisini geliştirmiş. İnsan soyunun maymundan geldiğini iddia eden adam. Darwin. Charles Darwin.
- Evet, hatırlıyorum onu. Hatta buraya da "maymunlar cehennemi" diyor.
- Ona ihtiyacımız var. Michael Jackson’ı uzun süren çabalar sonucu bulamayınca, "evrim mi geçirdi acaba?" dedik. Maymundan gelmediği kesin ama maymuna gidiyor olabilir. Yalnız, evrim geçirmiş birini diğerlerinden nasıl ayırdederiz bilmiyorum. İşte bu sebeple Darwin gerekiyor bize. Onu, Michael Jackson’ı bulmakla görevlendirerek dünyaya yollayacağız.
- Anlıyorum. Tamam, Darwin’i bulup seninle görüştüreceğim. Ama birkaç gün mühlet ver bana. O en azılı günahkarlardan biri, araştırdıysan bunu da öğrenmişsindir. Kimbilir cehennemin hangi köşesinde işkence görüyor şu anda. Bulmak zaman alabilir.
- Sana tam 3 gün süre İblis. 3 gün sonra karşında olacağım. Aynı şekilde Darwin’i de yanında görmek istiyorum. Görüşmek üzere, unutma, 3 gün sonra.
- 3 gün sonra.
Azrail, muhteşem beyaz cübbesinin eteklerini savurarak odadan çıktı. İblis tahtına çöktü ve Darwin’le ilgili araştırma yapmak için birkaç kitap çekti önüne. Aslında Darwin’in nerede olduğunu gayet iyi biliyordu, sadece zaman kazanmak istemişti. Dünyaya gönderilecek bir cehennemli fikri, hazla ürpermesine sebep oluyordu. Darwin’le ilgili işe yarar bir bilgi kırıntısı ele geçirebilirse, onu kullanarak dünyaya daha fazla nüfuz edebilirdi. İşte İblis, bu düşüncelerle elindeki kitaba daldığı anda zebanilerden biri içeri girmiş ve isyan çıktığını haber vermişti. (Hell of a Day) İsyan günü biterken, asilerin yaptıklarından ilham alan İblis’in aklına parlak bir fikir gelmiş, 3 gün beklemeye gerek olmadığına karar vermişti. Zebaniden Darwin’i getirmesini istedi. Ardından Azrail’e, aradığı kişiyi bulduğunu, ertesi gün görüşebileceklerini bildiren bir mesaj yolladı.
17 Şubat 2009 Salı
Hell of a Day
Cehennemde günler çok hareketli geçer. Hatta o kadar hareketli geçer ki, bu artık bir rutin haline gelmiştir. Bu yüzden zebanilerden biri, karanlık vitraylı muazzam odaya girip bir isyan çıktığını haber verdiğinde, İblis başını kaldırıp bakmadı bile. Makamında oturmuş, birşeyler okumakla meşguldü. Geniş maun masanın üzerindeki uyarı levhasında "Alper Tunga Ölmüştür. Lütfen sormayınız." yazıyordu. Zebaninin ürkek gözleri, elindeki kitaba dalıp gitmiş olan İblis ve kara mermerden yapılma zemin arasında gidip geliyordu. Konuştuğunda, sesi cılız ve ürkekti ama en kısık sesle konuşulanlar bile yankı yapıyordu.
- Efendimiz... İsyan! İsyan çıktı.
- Gidin bastırın. Sanki ilk defa isyan çıkıyor... Bu saçmalıklar için bir daha beni rahatsız ederseniz size cehennemi bile dar ederim. Defol git şimdi, beni yalnız bırak.
- Ama şeyy.. Efendimiz... Bu sefer işin içinde şey de var..
- NE?
- Şey işte efendimiz.. Cennet.. Cennet ahalisi de isyana karışmış durumda. Aslına bakarsanız isyan cehennemde çıkmadı.
İşte şimdi İblis, ilk defa bir ilgi belirtisi gösteriyordu, başını değilse de kaşını kaldırarak gözlerini zebaniye dikti.
- Bak sen. Eh yine de bu bizi ilgilendirmez değil mi? Bırak kendi işlerini kendileri görsünler.
- Efendimiz, çok haklısınız derdim size, eğer isyan cehenneme kadar ulaşmamış olsaydı.
- Cennet isyanı bizi ilgilendirmez. Cehennem isyanına gelince... İşe asilerin üzerine lav dökmekle başlayabilirsiniz. Kırbaç da olur. Son çare olarak üç başlı köpekleri salın üzerlerine. Binlerce yıldır isyan bastırıyorsunuz, hala bana mı soruyorsunuz ne yapmanız gerektiğini?
- Şey.. olmuyor efendimiz. Denedik hepsini.
- Ne demek olmuyor? Nasıl olmaz?
- Köpekler.. Köpeklerin hepsini Pavlov diye bir adam şartlı refleks yapmış.
- Ne yapmış ne yapmış?
- Bilmiyoruz efendimiz, ama köpeklerin durumu hiç iyi değil, salya sümük dolaşmaktan başka hiçbir şey yapmıyorlar.
- Köpeklerin icabına bakarız. Başka ne var?
- Adamın biri cennetin yolunu keşfettiğini söylüyor. Yaptığı hesaplara göre sürekli batıya giderse cenneti bulacakmış.
- Kolomb.. Ona tarafımdan şunu iletin, dünyada sürekli batıya giderek bulduğu yer cennete mi yoksa daha çok cehenneme mi benzemiş sonunda? Böyle dediğimi söyleyin, kendi kendine vazgeçecektir. Evet başka?
- Şey efendimiz, bizi ilgilendirmez dediniz ama, sorunun asıl kaynağı cennette.
- Cennete kaçmaya çalışan asiler mi var? Bu yüzden mi cennet isyan etmiş? Sebep bu mu?
- Şeyy.. hayır. Şaşıracaksınız ama tam tersi.
- Nasıl yani?
- Cennet ahalisinden biri yanlışlıkla orada olduğunu söyleyip isyan çıkarmış. Adam, cennet halkının yarısından fazlası koyundur, demiş. Cennettekiler de iyi insanlar olduklarını söyleyip karşı isyan başlatmışlar.
- Enteresan, çok enteresan. Buraya gelen herkes bir yanlışlık olduğunu iddia eder, aslında cennete gitmesi gerektiğini söyler falan ama yalnışlıkla cennete gittiğini söyleyen ve cehenneme girmek isteyen biri? Bu arada, koyunlarla ilgili kısma kesinlikle katılıyorum.
- Cennetten buraya gönderilen biri için fidye olarak bizim de cennete birini göndermemiz gerek biliyorsunuz. İşte bizim isyan da bundan çıktı. Görünen o ki, cennetteki isyan durmazsa, buradaki de durmayacak. Çünkü buradaki herkes isyana elinden geldiğince destek veriyor. Hiç bu kadar büyük bir katılım görmemiştim.
- Hmm..
- Cennet konusunda ne yapacağız? Huriler isyanın ne olduğunu bile bilmiyor, nerede kaldı bastırmak? Yukarıdan gelen emirlere göre bu işi de bizim halletmemiz gerekecek. O adamı buraya aldırırsak, yerine kimi yollayacağız? Buradakilerin hiçbiri cennete uyum sağlayamaz ki? Ortalığı karıştırmaktan başka hiçbir işe yaramazlar.
- Haklısın. Doğrusu benim de cennete birini yollamaya hiç niyetim yok. Eğer adam cehennemi hakettiğini düşünüyorsa, mutsuz olmak istiyor demektir. Şu halde, cennette zaten mutsuz. Onu cehenneme alarak mutlu etmemiz demek, ona iyilik etmemiz demek olacak. Haliyle almıyoruz onu cehenneme. Boşuna çabalamasın. Tabiatımda iyilik yapmak yoktur.
- Şeyy, efendimiz..
- Yine ne var? Rahat yok mu bana burada?
- Efendimiz, bir şey daha var. Başka bir adam da, cennetteki isyanı iyice bulandırmak için, cennete radyo yayını yapmış. Uzaylıların cenneti istila edeceğini söylemiş. Cennete müthiş bir panik havası hakim.
- Haydaa.. Neden yapmış böyle bir şey?
- Uzaylılardan korkan cennet halkı cehenneme gelmek istesin ki, fidye olarak cennete gidecek cehennemli sayısı artsın diye.
- Doğrusu takdir etmek zorundayım. Şeytanın... yani benim bile aklıma gelmezdi bu. Şu dünyadakilerin bir kural topluluğu vardı neydi adı RTÜK mü? Araştırın, cehennemde onlardan biri varsa gitsin o radyocu bozuntusuna ne gerekiyorsa yapsın. Onlardan kimse yoksa, dünyada yazdıkları kanunları bir okuyun bakalım işe yarar birşey mutlaka vardır.
- Başüstüne efendimiz.
- ...
- ...
- Eeee?
- ...
- Bitmedi mi? Yoo, hayır. Başka ne var? Offf...
- Efendimiz...
- Evet?
- Şeyy..
- Konuşsana ahmak!
- Cennet halkının sizden bir ricası var.
- Cennettekilerin mi? Emin misin? Yani benden olduğuna emin misin?
- Evet efendimiz, eminim.
- Ee, neymiş peki?
- Bir adam varmış, durmadan bir takım teorilerden bahsedip duruyormuş. Her önüne gelene izafiyet, ışık hızı, kütle diye birşeyler anlatıyormuş. Kimsenin birşey anladığı yokmuş. Susması için yalvarmışlar. Adam susmamış. Belki bizden biri anlar diye birkaç zebani çağırdılar, gittik dinledik. Cennetteki ışığın hızıyla zamanda yolculuk yapabileceğini falan anlatıyordu. Emcekare mi nedir tuhaf tuhaf şeyler sayıklayıp durdu. Tek kelimesini bile anlamadık. Söylediğine göre dünyada da onu kimse anlamamış. Öldükten sonra anlarlar belki diye düşünmüş ama nafile. Hala anlayan çıkmamış. İşte bu adamı cehenneme alıp alamayacağımızı merak ediyorlar. Cenneteki huzuru bozduğu için onu cehennemde cezalandırmanızı istiyorlar.
- Anlaşıldı... Adam düpedüz deli. Herhalde bu yüzden yaptklarından sorumlu tutulmadı ve cennete alındı. Getirin bakalım buraya, şu köpeklerin durumunu düzeltene kadar asilere bu adamın anlattıklarını aralıksız 3 bin yıl dinleme cezası verelim.
- Tabii efendimiz, emredersiniz.
Zebani İblis’i yerlere kadar eğilerek gösterişli bir şekilde selamladıktan sonra, hala iki büklüm, geri geri çıkarak odadan ayrıldı. İblis, herşeyi kontrol altına aldığını zannederek yılışık yılışık sırıtıyordu. Oysa kendisi zebaniyle konuşurken cehennem halkından bir grup asker gizlice cennete girmeyi başarmıştı. Odanın kapısı büyük bir gürültüyle savruldu, az önceki zebani korkudan gözleri büyümüş, titreyerek içeri daldı.
- Efendimiz, efendimiz.. Çok, çok özür dilerim efendimiz. Lütfen affedin efendimiz. Felaket! Felaket birşey oldu! Çok korkunç!
- Kahretsin! Yine ne oldu?
- Kadının biri, bir grup askeri kandırmış, onları tahtadan devasa bir at yapmaya ikna etmiş. Sözüm ona, o atla cennete gireceklermiş. Biz önceleri işkenceden delirdiklerini zannettik, aldırmadık. Ama başarmışlar. Kocaman devasa bir at cennetin orta yerinde! Düşünebiliyor musunuz? İçinde de bizimkiler! Ne yapacağız, ne yapacağız, efendimiz, bir yol gösterin! Biz izinsiz cennete giremiyoruz, onları alıp buraya getirmemiz mümkün değil. Ne dersiniz, meleklere haber verelim mi?
- SAKIN HAA! Zaten benimle alay etmek için hiçbir fırsatı kaçırmıyorlar. Bir cehennemi bile idare edemiyor dedirtmem ben kendime. Şu adam, neydi adı, Hah Baltacı. Baltacı Mehmet Paşa’yı bulun. Katerina seni cennette bir tahta atın içinde bekliyor, onu alıp kaçırmanı istiyormuş deyin. Ama benim söylediğimi söylemeyin. Gerisini o halleder.
- Fakat... Cennete nasıl girecek efendimiz?
- Bilmiyorum. İnsanlar kafalarına koydukları şeyi kesinlikle yapıyorlar. Ben nasıl yaptıklarına karışmıyorum, yalnızca fikri veriyorum. İşi çok arzulayacakları bir şekle sokuyorum. Sonra izliyorum. Bazen ben bile "yok artık!" diyorum yaptıklarına. Her neyse. Baltacı’ya haber verin. Sonunda Katerina olmadığını anlayacak ama ha Helen ha Katerina. Kadın işte sonuçta.
- Peki efendimiz, derhal efendimiz.
- Dur, çıkmadan önce bir emrim daha olacak.
- Buyrun efendimiz?
- Bir herif vardı, hepimiz maymunuz diye bar bar bağırıyordu. Kimdi o?
- Darwin mi? Charles Darwin?
- Neyse işte adı. Onu bulun bana getirin. Ona bir görev vereceğim.
Zebani dışarı çıkarken, Darwin’e verilecek görevin ne olduğunu merak ediyordu.
- Efendimiz... İsyan! İsyan çıktı.
- Gidin bastırın. Sanki ilk defa isyan çıkıyor... Bu saçmalıklar için bir daha beni rahatsız ederseniz size cehennemi bile dar ederim. Defol git şimdi, beni yalnız bırak.
- Ama şeyy.. Efendimiz... Bu sefer işin içinde şey de var..
- NE?
- Şey işte efendimiz.. Cennet.. Cennet ahalisi de isyana karışmış durumda. Aslına bakarsanız isyan cehennemde çıkmadı.
İşte şimdi İblis, ilk defa bir ilgi belirtisi gösteriyordu, başını değilse de kaşını kaldırarak gözlerini zebaniye dikti.
- Bak sen. Eh yine de bu bizi ilgilendirmez değil mi? Bırak kendi işlerini kendileri görsünler.
- Efendimiz, çok haklısınız derdim size, eğer isyan cehenneme kadar ulaşmamış olsaydı.
- Cennet isyanı bizi ilgilendirmez. Cehennem isyanına gelince... İşe asilerin üzerine lav dökmekle başlayabilirsiniz. Kırbaç da olur. Son çare olarak üç başlı köpekleri salın üzerlerine. Binlerce yıldır isyan bastırıyorsunuz, hala bana mı soruyorsunuz ne yapmanız gerektiğini?
- Şey.. olmuyor efendimiz. Denedik hepsini.
- Ne demek olmuyor? Nasıl olmaz?
- Köpekler.. Köpeklerin hepsini Pavlov diye bir adam şartlı refleks yapmış.
- Ne yapmış ne yapmış?
- Bilmiyoruz efendimiz, ama köpeklerin durumu hiç iyi değil, salya sümük dolaşmaktan başka hiçbir şey yapmıyorlar.
- Köpeklerin icabına bakarız. Başka ne var?
- Adamın biri cennetin yolunu keşfettiğini söylüyor. Yaptığı hesaplara göre sürekli batıya giderse cenneti bulacakmış.
- Kolomb.. Ona tarafımdan şunu iletin, dünyada sürekli batıya giderek bulduğu yer cennete mi yoksa daha çok cehenneme mi benzemiş sonunda? Böyle dediğimi söyleyin, kendi kendine vazgeçecektir. Evet başka?
- Şey efendimiz, bizi ilgilendirmez dediniz ama, sorunun asıl kaynağı cennette.
- Cennete kaçmaya çalışan asiler mi var? Bu yüzden mi cennet isyan etmiş? Sebep bu mu?
- Şeyy.. hayır. Şaşıracaksınız ama tam tersi.
- Nasıl yani?
- Cennet ahalisinden biri yanlışlıkla orada olduğunu söyleyip isyan çıkarmış. Adam, cennet halkının yarısından fazlası koyundur, demiş. Cennettekiler de iyi insanlar olduklarını söyleyip karşı isyan başlatmışlar.
- Enteresan, çok enteresan. Buraya gelen herkes bir yanlışlık olduğunu iddia eder, aslında cennete gitmesi gerektiğini söyler falan ama yalnışlıkla cennete gittiğini söyleyen ve cehenneme girmek isteyen biri? Bu arada, koyunlarla ilgili kısma kesinlikle katılıyorum.
- Cennetten buraya gönderilen biri için fidye olarak bizim de cennete birini göndermemiz gerek biliyorsunuz. İşte bizim isyan da bundan çıktı. Görünen o ki, cennetteki isyan durmazsa, buradaki de durmayacak. Çünkü buradaki herkes isyana elinden geldiğince destek veriyor. Hiç bu kadar büyük bir katılım görmemiştim.
- Hmm..
- Cennet konusunda ne yapacağız? Huriler isyanın ne olduğunu bile bilmiyor, nerede kaldı bastırmak? Yukarıdan gelen emirlere göre bu işi de bizim halletmemiz gerekecek. O adamı buraya aldırırsak, yerine kimi yollayacağız? Buradakilerin hiçbiri cennete uyum sağlayamaz ki? Ortalığı karıştırmaktan başka hiçbir işe yaramazlar.
- Haklısın. Doğrusu benim de cennete birini yollamaya hiç niyetim yok. Eğer adam cehennemi hakettiğini düşünüyorsa, mutsuz olmak istiyor demektir. Şu halde, cennette zaten mutsuz. Onu cehenneme alarak mutlu etmemiz demek, ona iyilik etmemiz demek olacak. Haliyle almıyoruz onu cehenneme. Boşuna çabalamasın. Tabiatımda iyilik yapmak yoktur.
- Şeyy, efendimiz..
- Yine ne var? Rahat yok mu bana burada?
- Efendimiz, bir şey daha var. Başka bir adam da, cennetteki isyanı iyice bulandırmak için, cennete radyo yayını yapmış. Uzaylıların cenneti istila edeceğini söylemiş. Cennete müthiş bir panik havası hakim.
- Haydaa.. Neden yapmış böyle bir şey?
- Uzaylılardan korkan cennet halkı cehenneme gelmek istesin ki, fidye olarak cennete gidecek cehennemli sayısı artsın diye.
- Doğrusu takdir etmek zorundayım. Şeytanın... yani benim bile aklıma gelmezdi bu. Şu dünyadakilerin bir kural topluluğu vardı neydi adı RTÜK mü? Araştırın, cehennemde onlardan biri varsa gitsin o radyocu bozuntusuna ne gerekiyorsa yapsın. Onlardan kimse yoksa, dünyada yazdıkları kanunları bir okuyun bakalım işe yarar birşey mutlaka vardır.
- Başüstüne efendimiz.
- ...
- ...
- Eeee?
- ...
- Bitmedi mi? Yoo, hayır. Başka ne var? Offf...
- Efendimiz...
- Evet?
- Şeyy..
- Konuşsana ahmak!
- Cennet halkının sizden bir ricası var.
- Cennettekilerin mi? Emin misin? Yani benden olduğuna emin misin?
- Evet efendimiz, eminim.
- Ee, neymiş peki?
- Bir adam varmış, durmadan bir takım teorilerden bahsedip duruyormuş. Her önüne gelene izafiyet, ışık hızı, kütle diye birşeyler anlatıyormuş. Kimsenin birşey anladığı yokmuş. Susması için yalvarmışlar. Adam susmamış. Belki bizden biri anlar diye birkaç zebani çağırdılar, gittik dinledik. Cennetteki ışığın hızıyla zamanda yolculuk yapabileceğini falan anlatıyordu. Emcekare mi nedir tuhaf tuhaf şeyler sayıklayıp durdu. Tek kelimesini bile anlamadık. Söylediğine göre dünyada da onu kimse anlamamış. Öldükten sonra anlarlar belki diye düşünmüş ama nafile. Hala anlayan çıkmamış. İşte bu adamı cehenneme alıp alamayacağımızı merak ediyorlar. Cenneteki huzuru bozduğu için onu cehennemde cezalandırmanızı istiyorlar.
- Anlaşıldı... Adam düpedüz deli. Herhalde bu yüzden yaptklarından sorumlu tutulmadı ve cennete alındı. Getirin bakalım buraya, şu köpeklerin durumunu düzeltene kadar asilere bu adamın anlattıklarını aralıksız 3 bin yıl dinleme cezası verelim.
- Tabii efendimiz, emredersiniz.
Zebani İblis’i yerlere kadar eğilerek gösterişli bir şekilde selamladıktan sonra, hala iki büklüm, geri geri çıkarak odadan ayrıldı. İblis, herşeyi kontrol altına aldığını zannederek yılışık yılışık sırıtıyordu. Oysa kendisi zebaniyle konuşurken cehennem halkından bir grup asker gizlice cennete girmeyi başarmıştı. Odanın kapısı büyük bir gürültüyle savruldu, az önceki zebani korkudan gözleri büyümüş, titreyerek içeri daldı.
- Efendimiz, efendimiz.. Çok, çok özür dilerim efendimiz. Lütfen affedin efendimiz. Felaket! Felaket birşey oldu! Çok korkunç!
- Kahretsin! Yine ne oldu?
- Kadının biri, bir grup askeri kandırmış, onları tahtadan devasa bir at yapmaya ikna etmiş. Sözüm ona, o atla cennete gireceklermiş. Biz önceleri işkenceden delirdiklerini zannettik, aldırmadık. Ama başarmışlar. Kocaman devasa bir at cennetin orta yerinde! Düşünebiliyor musunuz? İçinde de bizimkiler! Ne yapacağız, ne yapacağız, efendimiz, bir yol gösterin! Biz izinsiz cennete giremiyoruz, onları alıp buraya getirmemiz mümkün değil. Ne dersiniz, meleklere haber verelim mi?
- SAKIN HAA! Zaten benimle alay etmek için hiçbir fırsatı kaçırmıyorlar. Bir cehennemi bile idare edemiyor dedirtmem ben kendime. Şu adam, neydi adı, Hah Baltacı. Baltacı Mehmet Paşa’yı bulun. Katerina seni cennette bir tahta atın içinde bekliyor, onu alıp kaçırmanı istiyormuş deyin. Ama benim söylediğimi söylemeyin. Gerisini o halleder.
- Fakat... Cennete nasıl girecek efendimiz?
- Bilmiyorum. İnsanlar kafalarına koydukları şeyi kesinlikle yapıyorlar. Ben nasıl yaptıklarına karışmıyorum, yalnızca fikri veriyorum. İşi çok arzulayacakları bir şekle sokuyorum. Sonra izliyorum. Bazen ben bile "yok artık!" diyorum yaptıklarına. Her neyse. Baltacı’ya haber verin. Sonunda Katerina olmadığını anlayacak ama ha Helen ha Katerina. Kadın işte sonuçta.
- Peki efendimiz, derhal efendimiz.
- Dur, çıkmadan önce bir emrim daha olacak.
- Buyrun efendimiz?
- Bir herif vardı, hepimiz maymunuz diye bar bar bağırıyordu. Kimdi o?
- Darwin mi? Charles Darwin?
- Neyse işte adı. Onu bulun bana getirin. Ona bir görev vereceğim.
Zebani dışarı çıkarken, Darwin’e verilecek görevin ne olduğunu merak ediyordu.
Etiketler:
Albert Einstein,
Baltacı Mehmet Paşa,
Cehennem,
Cennet,
Charles Darwin,
İblis,
Kolomb,
Pavlov,
Truvalı Helen
13 Şubat 2009 Cuma
Çarpışma
- Acilen Lucifer’la görüşmem gerekiyor.
- Bayan Rand... Kendisinin hain planlar yapmakla meşgul olduğunu ve sizi görmek istemediğini biliyorsunuz. Bu kez sorununuz nedir ve ben yardımcı olabilir miyim?
- Bilmiyorum. Geçen seferki yardım teklifiniz sonucunda kendimi Marx’la evli buldum. Size tekrar güvenebileceğimi sanmıyorum.
- Bana elbette güvenemezsiniz ama hayatınızı cehenneme çevirmek için elimden geleni yapacağımdan şüpheniz olmasın. Ahhah! Zaten cehennemdeydiniz di mi? Hahahaha!
- Çok komik. Acilen boşanmalı ve Karl’ın çevirdiği işleri Lucifer’a anlatmalıyım.
- Üzgünüm. Lucifer kaprislerinizle daha fazla uğraşmak istemediğini yeteri kadar açıkça ortaya koydu sanıyorum. Marx’tan boşanmanız ise...
- Ondan hemen boşanmak için her şeyimi veririm!
- Hangi her şeyinizi?
- Şey... Ruhumu satarım!
- Yaşarken Tanrı’yı reddettiğinizi ve ruhunuzun zaten sonsuza kadar cehenneme ait olduğunu hatırlatmama gerek var mı?
- Haklısınız... Ama ne isterseniz yaparım!
- Zaten başka seçeneğiniz yok Bayan Rand.
- Lütfen! Çok zor durumda olduğumu görmüyor musunuz?
- Tamamen farkındayım. Zaten amaç bu. Ama sizi severim, bilirsiniz. Yardım çağrınızı elbette cevapsız bırakmayacağım.
Ayn Rand ölüp de kendini cehennemde bulduğu zaman çok şaşırmıştı. Hayatı boyunca yanlış bir şey yapmadığını düşünüyordu. Tanrı’ya inanmadığı için öldükten sonra ilahi mekanlarla karşılaşmayacağından emindi. Yaşarken olduğu gibi, ölüp cehennemle karşılaşınca da kendisini savunmak için kayıtsızlık stratejisini kullanmayı denedi. Ne var ki, insan hayatta neyse, ölünce de hemen hemen aynı kalıyor. O da Lucifer’a aşık olana kadar iyi idare etti. Ve işin içine bir aşk hikayesi girince, her kadın gibi o da aklını kaçırdı.
Cehenneme gelişinden birkaç gün sonra düzenlenen "Hoş geldin işkencesi"nde Lucifer’la tanıştı. Cehennemin kızıl tepelerinden birinde dimdik duran, iblislere emirler yağdıran, her şeyi kontrol eden ve bu işi büyük bir zevkle yapan Lucifer Ayn Rand’ın aklını başından almıştı. Gözlerini ondan alamadığı için, sırf bu işkence sırasında kadının üç kez boynu kırıldı. Sadece kendisine bakmak için gösterdiği yüksek dirayet Lucifer’ın da ilgisini çekmişti. Kafası hızla çalışan efendimiz bizleri bile hayran bırakan, çevik adımlarla tepeden indi, kadının çevresindeki iblisleri bir hareketle uzaklaştırdı, onu kollarının arasına aldı ve gözlerinin içine bakarak "Orospu!" dedi.
Normal kadınların hakaret saydığı bu kelime Ayn Rand için sanki en büyük iltifattı. Bunu izleyen işkence ve tecavüz de, bizzat Lucifer tarafından gerçekleştirildiği için olsa gerek, kadının içinde yanan aşk ateşini körüklemişti. Daha sonra Lucifer cehennemin günlük işleriyle ilgilenmek üzere aramızdan ayrıldı. Ayn Rand’ın kalbini de beraberinde götürdü.
Bunu izleyen günlerde Ayn Rand, Lucifer’ı yeniden görmek için elinden geleni ardına koymadı. Cehenneme demir yolu inşa etmek için fon istemekten tutun, stajyer iblis olarak kadroya alınma başvurusuna kadar her tür yakınlaşma denemesiyle Lucifer’ın kapısına dayandı. Onun bitmek bilmeyen isteklerinden sıkılan Lucifer başta meşgul olduğunu, ardından başka birini sevdiğini, son olarak da cehennemi kapattığını söyleyerek görüşme taleplerini reddetti. Ancak Ayn Rand’ı durdurmak mümkün değildi. Aşk acısıyla bütün cehennemin huzurunu bozduğu için, onu başkasına aşık etmeye karar verdik. Karl Marx bu iş için biçilmiş kaftandı.
O sırada Marx cehennem halkını iblislere ve Lucifer’a karşı örgütlemeye çalışıyordu. İlahi Marx... "Cehennemin bütün proleterleri birleşin!" çağrısında bulundu. Hatta bir süre başarılı da oldu. Ama insanlar, cehennemin işlevini sürdürmesinde vazgeçilmez bir role sahip olmadıklarını anlayınca rutinlerine döndüler. Marx da Engels’le cehennemi kalkındıracak yeni ekonomi planları yapmaya devam etti. Alınıp satılacak veya işlenecek ne bulduysa...
Onu Ayn Rand’la bir araya getirmek zor olmadı. Marx her zamanki gibi kıçını yaymış yatıyor, onun yerine her işe koşan Engels’e de yeni manifesto üzerinde çalıştığını söylüyordu. Marx yüzünden yıllardır gördüğü işkenceden bıkmış, rahata susamış, eşit ve insani şartlarda ceza çekmeyi hayal eden Engels, davaları için maddi kaynak sağlayabilecek gibi görünen Ayn Rand’la bağlantıya geçti. Eh... Boş umutlara en çok ihtiyaç duyulan yer, cehennemden başka neresi olabilir ki?
- Bay Marx, az önce Bayan Rand sizden boşanmak için başvuruda bulundu. Neden böyle bir şey yaptığı hakkında bir fikriniz var mı?
- Var elbette! Boşanma nedenimiz bu salak karının şiddetli kapitalizmi!
- İyi de o hep aynıydı. Yaşarken de ölüyken de... Neden evlendiniz ki?
- Engels yüzünden! Bir gece çok içmişiz, bu denyo tutturdu yine manifesto yazalım, devrim yapalım falan diye. Davaya gelir sağlayacak elemanı da buldum ama karı leş liboş dedi, eşitlikten meşitlikten anlamaz dedi, kandırmazsak bize zırnık koklatmaz dedi. Benim de kafa 1500 zaten, "En baba kapitalist gelsin ulan, s.ke s.ke komünist yapmazsam şerefsizim!" dedim. Getirdi bu Ayn Rand’ı. Güzel güzel konuştum, olayın tüm mantığını anlattım ama karıda bir dil var, ne desem karşılık veriyor. Ben de Engels’e demişim her şekilde komünist yaparım diye... Ben nereden bileyim bu kadının deveye diken, insana s.ken bir tip olduğunu? O gün bugündür yapıştı yakama, sabahtan akşama vik vik ediyor. Ben toplum için bir şeyler yapalım diyorum, bir bakıyorum kadın gitmiş bireysel girişimlerle uğraşıyor. Olmaz olsun böyle kadın! Hayatımı cehenneme çevirdi!
- Neyinizi neye çevirdi?
- Hayatı... Haa, doğru ya...
- Yani siz de boşanmayı kabul ediyorsunuz.
- Ediyorum tabi! Hatta o beni boşamıyor, asıl ben onu boşuyorum!
- Yok canım?! Şurada iki salınsam yine eteğimin altına girmeye çalışacaksın ahlaksız herif!
- Asıl sen benim yatağımdan ayrılmıyorsun kaltak karı! Senden boşanacağım diye, sırf altta kalmamak için gidip başvuruyu yaptın hemen di mi? Ben seni sendikanın bile üstünde tuttum, cehennemin dibinde canın sıkılmasın diye her işi sana yaptırdım, evliliğimizden bile seni sorumlu tuttum, bana böyle mi karşılık veriyorsun? ŞRAK!
Tokadı yiyen Ayn Rand cilveli cilveli dudağından süzülen kanı yaladı. Kendisine sert davranan erkeklere karşı koyamadığı için yine mantığını çarpıtmış, nasıl yaptıysa, Marx’ın aslında kendisine çok benzediğine karar vermişti. Bu cilveli tavırlar Marx’ın da gözünden kaçmamıştı. Egosunun şişirilmesine dayanamıyordu zavallı, hemen yelkenleri suya indirdi. Boşanma işlemlerine hemen başlayacağımı söylediğimde beni "Karı kocanın arasına girilmez!" diye tersleyerek yatak odalarına çekildiler.
Cehennem kesinlikle harika bir yer. Burada hiçbir şey yapmamıza gerek yok. İnsanlar her gün birbirlerine işkence etmek için yeni yollar buluyorlar.
- Bayan Rand... Kendisinin hain planlar yapmakla meşgul olduğunu ve sizi görmek istemediğini biliyorsunuz. Bu kez sorununuz nedir ve ben yardımcı olabilir miyim?
- Bilmiyorum. Geçen seferki yardım teklifiniz sonucunda kendimi Marx’la evli buldum. Size tekrar güvenebileceğimi sanmıyorum.
- Bana elbette güvenemezsiniz ama hayatınızı cehenneme çevirmek için elimden geleni yapacağımdan şüpheniz olmasın. Ahhah! Zaten cehennemdeydiniz di mi? Hahahaha!
- Çok komik. Acilen boşanmalı ve Karl’ın çevirdiği işleri Lucifer’a anlatmalıyım.
- Üzgünüm. Lucifer kaprislerinizle daha fazla uğraşmak istemediğini yeteri kadar açıkça ortaya koydu sanıyorum. Marx’tan boşanmanız ise...
- Ondan hemen boşanmak için her şeyimi veririm!
- Hangi her şeyinizi?
- Şey... Ruhumu satarım!
- Yaşarken Tanrı’yı reddettiğinizi ve ruhunuzun zaten sonsuza kadar cehenneme ait olduğunu hatırlatmama gerek var mı?
- Haklısınız... Ama ne isterseniz yaparım!
- Zaten başka seçeneğiniz yok Bayan Rand.
- Lütfen! Çok zor durumda olduğumu görmüyor musunuz?
- Tamamen farkındayım. Zaten amaç bu. Ama sizi severim, bilirsiniz. Yardım çağrınızı elbette cevapsız bırakmayacağım.
Ayn Rand ölüp de kendini cehennemde bulduğu zaman çok şaşırmıştı. Hayatı boyunca yanlış bir şey yapmadığını düşünüyordu. Tanrı’ya inanmadığı için öldükten sonra ilahi mekanlarla karşılaşmayacağından emindi. Yaşarken olduğu gibi, ölüp cehennemle karşılaşınca da kendisini savunmak için kayıtsızlık stratejisini kullanmayı denedi. Ne var ki, insan hayatta neyse, ölünce de hemen hemen aynı kalıyor. O da Lucifer’a aşık olana kadar iyi idare etti. Ve işin içine bir aşk hikayesi girince, her kadın gibi o da aklını kaçırdı.
Cehenneme gelişinden birkaç gün sonra düzenlenen "Hoş geldin işkencesi"nde Lucifer’la tanıştı. Cehennemin kızıl tepelerinden birinde dimdik duran, iblislere emirler yağdıran, her şeyi kontrol eden ve bu işi büyük bir zevkle yapan Lucifer Ayn Rand’ın aklını başından almıştı. Gözlerini ondan alamadığı için, sırf bu işkence sırasında kadının üç kez boynu kırıldı. Sadece kendisine bakmak için gösterdiği yüksek dirayet Lucifer’ın da ilgisini çekmişti. Kafası hızla çalışan efendimiz bizleri bile hayran bırakan, çevik adımlarla tepeden indi, kadının çevresindeki iblisleri bir hareketle uzaklaştırdı, onu kollarının arasına aldı ve gözlerinin içine bakarak "Orospu!" dedi.
Normal kadınların hakaret saydığı bu kelime Ayn Rand için sanki en büyük iltifattı. Bunu izleyen işkence ve tecavüz de, bizzat Lucifer tarafından gerçekleştirildiği için olsa gerek, kadının içinde yanan aşk ateşini körüklemişti. Daha sonra Lucifer cehennemin günlük işleriyle ilgilenmek üzere aramızdan ayrıldı. Ayn Rand’ın kalbini de beraberinde götürdü.
Bunu izleyen günlerde Ayn Rand, Lucifer’ı yeniden görmek için elinden geleni ardına koymadı. Cehenneme demir yolu inşa etmek için fon istemekten tutun, stajyer iblis olarak kadroya alınma başvurusuna kadar her tür yakınlaşma denemesiyle Lucifer’ın kapısına dayandı. Onun bitmek bilmeyen isteklerinden sıkılan Lucifer başta meşgul olduğunu, ardından başka birini sevdiğini, son olarak da cehennemi kapattığını söyleyerek görüşme taleplerini reddetti. Ancak Ayn Rand’ı durdurmak mümkün değildi. Aşk acısıyla bütün cehennemin huzurunu bozduğu için, onu başkasına aşık etmeye karar verdik. Karl Marx bu iş için biçilmiş kaftandı.
O sırada Marx cehennem halkını iblislere ve Lucifer’a karşı örgütlemeye çalışıyordu. İlahi Marx... "Cehennemin bütün proleterleri birleşin!" çağrısında bulundu. Hatta bir süre başarılı da oldu. Ama insanlar, cehennemin işlevini sürdürmesinde vazgeçilmez bir role sahip olmadıklarını anlayınca rutinlerine döndüler. Marx da Engels’le cehennemi kalkındıracak yeni ekonomi planları yapmaya devam etti. Alınıp satılacak veya işlenecek ne bulduysa...
Onu Ayn Rand’la bir araya getirmek zor olmadı. Marx her zamanki gibi kıçını yaymış yatıyor, onun yerine her işe koşan Engels’e de yeni manifesto üzerinde çalıştığını söylüyordu. Marx yüzünden yıllardır gördüğü işkenceden bıkmış, rahata susamış, eşit ve insani şartlarda ceza çekmeyi hayal eden Engels, davaları için maddi kaynak sağlayabilecek gibi görünen Ayn Rand’la bağlantıya geçti. Eh... Boş umutlara en çok ihtiyaç duyulan yer, cehennemden başka neresi olabilir ki?
- Bay Marx, az önce Bayan Rand sizden boşanmak için başvuruda bulundu. Neden böyle bir şey yaptığı hakkında bir fikriniz var mı?
- Var elbette! Boşanma nedenimiz bu salak karının şiddetli kapitalizmi!
- İyi de o hep aynıydı. Yaşarken de ölüyken de... Neden evlendiniz ki?
- Engels yüzünden! Bir gece çok içmişiz, bu denyo tutturdu yine manifesto yazalım, devrim yapalım falan diye. Davaya gelir sağlayacak elemanı da buldum ama karı leş liboş dedi, eşitlikten meşitlikten anlamaz dedi, kandırmazsak bize zırnık koklatmaz dedi. Benim de kafa 1500 zaten, "En baba kapitalist gelsin ulan, s.ke s.ke komünist yapmazsam şerefsizim!" dedim. Getirdi bu Ayn Rand’ı. Güzel güzel konuştum, olayın tüm mantığını anlattım ama karıda bir dil var, ne desem karşılık veriyor. Ben de Engels’e demişim her şekilde komünist yaparım diye... Ben nereden bileyim bu kadının deveye diken, insana s.ken bir tip olduğunu? O gün bugündür yapıştı yakama, sabahtan akşama vik vik ediyor. Ben toplum için bir şeyler yapalım diyorum, bir bakıyorum kadın gitmiş bireysel girişimlerle uğraşıyor. Olmaz olsun böyle kadın! Hayatımı cehenneme çevirdi!
- Neyinizi neye çevirdi?
- Hayatı... Haa, doğru ya...
- Yani siz de boşanmayı kabul ediyorsunuz.
- Ediyorum tabi! Hatta o beni boşamıyor, asıl ben onu boşuyorum!
- Yok canım?! Şurada iki salınsam yine eteğimin altına girmeye çalışacaksın ahlaksız herif!
- Asıl sen benim yatağımdan ayrılmıyorsun kaltak karı! Senden boşanacağım diye, sırf altta kalmamak için gidip başvuruyu yaptın hemen di mi? Ben seni sendikanın bile üstünde tuttum, cehennemin dibinde canın sıkılmasın diye her işi sana yaptırdım, evliliğimizden bile seni sorumlu tuttum, bana böyle mi karşılık veriyorsun? ŞRAK!
Tokadı yiyen Ayn Rand cilveli cilveli dudağından süzülen kanı yaladı. Kendisine sert davranan erkeklere karşı koyamadığı için yine mantığını çarpıtmış, nasıl yaptıysa, Marx’ın aslında kendisine çok benzediğine karar vermişti. Bu cilveli tavırlar Marx’ın da gözünden kaçmamıştı. Egosunun şişirilmesine dayanamıyordu zavallı, hemen yelkenleri suya indirdi. Boşanma işlemlerine hemen başlayacağımı söylediğimde beni "Karı kocanın arasına girilmez!" diye tersleyerek yatak odalarına çekildiler.
Cehennem kesinlikle harika bir yer. Burada hiçbir şey yapmamıza gerek yok. İnsanlar her gün birbirlerine işkence etmek için yeni yollar buluyorlar.
11 Şubat 2009 Çarşamba
Bir erkek, bir kadın, bir psiko
- Bilincinizin altını üstüne getiren tek programa hoş geldiniz! Bu geceki konuklarımız Friedrich ve Lou’yu size tanıtmaya hiç gerek duymuyorum çünkü program süresince onları istemediğiniz kadar yakından tanıyacaksınız. Hemen yarışmamıza geçelim. İki kelimeden oluşan bir ismimiz var ve yarışmacılarımız harfleri bularak bu iki kelimeyi tahmin etmeye çalışacaklar. Bakalım reflekslerini ve bilgilerini kullanarak ödüle ulaşabilecekler mi? Evet, ilk harf tahminimiz için ellerinizi düğmelerin üzerine koyun, üç, iki, bir!
DAAT!
- Bayan Lou ile başlıyoruz. Harfinizi alalım.
- Sekseğin S’si.
- Seks mi?
- Hayır, seksek.
- Biz mi seksek?
- Öyle bir şeyden bahsetmiyorum Bay Freud. Ayrıca bunu yapabileceğinizden de emin değilim.
- Program başlamadan önce böyle demiyordunuz ama.
ŞRAK!
- Aaah! Stüdyoya kırbaç sokmak yasak! Onu hemen kaldırın yoksa diskalifiye edileceksiniz. Ayrıca cinsel problemlerinizi programımıza yansıtmanız hiç hoş değil. Evet, yarışmacımız seksin S’si dedi.
- Seksek!
- Kendinizi biraz ağırdan satın canım.
ŞRAK!
- Sizi tekrar uyarmayacağım. Evet, S harfimiz var! Yeni harf tahmini için üç, iki, bir!
DAAT!
- Bayan Lou’nun refleksleri bu akşam iyi anlaşılan. Dün gece elinizle bol bol alıştırma yaptınız galiba. Evet, harfi alalım.
- Organizmanın O’su.
- Tekrar söyleyin.
- O.
- Tekrarhh...
- Bir sorun mu var?
- Yoo, yoo. Ağzınızın şekli çok etkileyici oluyor. Bir kere de üç der misiniz?
- Bay Freud, beni tahrik etmeyin!
- Kullandığınız kelimelerle beni zorlayan sizsiniz. Organizma derken neye gönderme yaptığınızı anlamadım sanmayın.
- Saçmalıyorsunuz! Yarışmaya devam edebilir miyiz?
- Bu kadar alınganlığa gerek yok Bayan Lou. Yoksa var mı? Yoksa çocukken sizinle çok mu dalga geçtiler? Oral dönemde sıkışıp kalmış olabilir misiniz?
- Bay Freud!
- Tamam. Harfimize bakıyoruz. Yokmuş. Hemen diğer tahminimize geçelim. Üç, iki, bir!
DAAT!
- Bay Friedrich! Sonunla dikkatinizi Bayan Lou dışında bir şeye toplayabildiniz bakıyorum. Tahmininizi alalım.
- Piramidin P’si.
- Piramit olduğundan emin misiniz?
- Evet, P işte.
- P’den bahsetmiyorum. Piramit olduğundan emin misiniz?
- Sizinle tartışmaya girerek kendimi alçaltmayacağım.
- Yükselen kısımlarınızı bu şekilde alçaltamazsınız zaten. Bayan Lou’dan yardım istemeniz gerekecek bu konuda. Piramit konusunda da haklı olabilirsiniz. Hali hazırda çadırın ötesine geçtiğiniz belli oluyor zaten.
- Çok ileri gidiyorsunuz!
- Haklısınız! Çok ileri ve çok derine! Evet, Bay Friedrich’in devasa çadırının P’si! Tebrikler! İlk harfimizi buldunuz! Ve şimdi yeni harf için üç, iki, bir!
DAAT!
- Bay Friedrich adeta şaha kalktı! Reflekslerinizin bir kadınınkinden kötü olmasına dayanamadınız herhalde. Bay Friedrich’in aşağılık kompleksi fallikten sonra!
- Sigmund, bazen saçmaladığını düşünüyorum. Fallikten sonra ne demek Allah aşkına? Reklam arasını belirtmek için neden parmağını kullanıyorsun ki?
- Pazarlama taktiği bebeğim. Biliyorsun, sex sells.
- Yine de çok saçma. Fallik objeni sadece pazarlama için kullanıyorsun zaten. Neden hala bu ilişkiyi sürdürdüğümüzü inan anlamıyorum.
- Doyurulmamış isteklerin nedeniyle tatlım.
- Bu böyle devam etmeyecek Sigmund. Ya kendine çeki düzen verirsin ya da beni unut.
- Seni unutmam mümkün değil. Ancak bilinçaltıma itebilirim ki bu da gelecekte sorun yaşayacağım anlamına gelir. Senin için böyle bir şeyi göze alamam. Reklam arası bitmek üzere. Salome’ye dönmeliyim.
- Stüdyoya demek istedin herhalde?
- Öyle dedim zaten?
- Sürçtün Sigmund! O sürtük için sürçtün!
- Ama henüz sürtmedim bebeğim. Buradan ayrılma. Açıklamalarımı çok mantıklı bulacaksın. Özellikle de yeni açılımlarımı gördüğün zaman.
- Programımıza kaldığımız yerden devam ediyoruz! En son Bay Friedrich’i harfiyle birlikte bıraktık. Harfinizi buldunuz mu Bay Friedrich?
- Isırganın I’sı.
- Bu saldırganlığınızın nedeni nedir?
- Saldırganlık mı?
- Anneniz sizi ne kadar emzirdi Bay Friedrich? Oral dönemde ağzınıza annenizin memesi dışında bir şey girdi mi? Mesela ısırmak istediğiniz bir şey?
- Nereye varmaya çalıştığınızı anlıyorum Bay Freud ve bu seviyesiz konu...
DRİLİNK! DRİLİNK!
- Alo? Evet. Yarışmadan sonra. Tamam.
- Telefonunuzu kapamayı unutmuşsunuz... Yoksa bize bir telefonunuz olduğunu, markasının da... Markası nedir?
- Sony ereksiyon.
- Hah! Çok iyi bir noktaya parmak bastığımızı biliyordum!
- Hangi nokta?
- Basamadığınız nokta!
- Bay Freud, sizi anlamakta güçlük çekiyorum.
- Arayan kişi hiyerarşik olarak sizden üstündü. Bu yüzden kısa cümleler kurdunuz ve vücut dilinizi de adeta yuttunuz. Onun karşısında ezilip büzülürken bir türlü baş edemediğiniz ereksiyonunuzdan bahsetmeniz de hiç şaşırtıcı değil. Sizin, Bay Friedrich, en kısa zamanda bir kadına ihtiyacınız var. Onu elde edemeyişinizi üstünlük kompleksiyle ortaya koyuyor, giderek saldırganlaşıyorsunuz. Bir kısır döngü içindesiniz Bay Friedrich! Ve anladığım kadarıyla iktidarsızsınız da! Hatta babanız sizi taciz etmiş ve anneniz de hadım etmeye çalışmış! Buna ne diyeceksiniz bakalım?!
- Hağğğyııııır! Ühü ühü ühühühü!!!
- Nereye gidiyorsunuz Bay Friedrich? Bay Friedrich! Yarışmacımızı çocuksu davranışı nedeniyle hükmen yenik sayıyoruz. Bayan Lou, bir kadın olarak yine hiçbir şey yapmadan galip geldiniz.
- O sizin cinsel takıntılarınız yüzünden oldu Bay Freud.
- Henüz taktığım bir şey yok ama?
- Biraz zor takarsınız zaten. İçerideki hanımefendiyle hakkınızda kısaca konuşma şansımız oldu. Dediğine göre her şey lafta kalıyormuş, bilinç düzeyine bir şey çıkaramamışsınız.
- Ahhah! Öyle bir çıkardım ki bilinçaltına itmek zorunda kaldı!
- Bilemiyorum. Ufak sorununuzdan da bahsetti bana aslında.
- Ufak mı? Kesinlikle değil! Büyük o! Devasa!
- Haklısınız. Ufaklık büyük sorunlara neden oluyormuş.
- Yok öyle bir şey!
- Evet. Yok denecek kadar küçük olduğunu da söyledi.
- Siz! Siz kadınlar! Sizi anlamıyorum!
- Bay Freud! Bay Freud! Değerli konuklar, Bay Freud az önce stüdyoyu terk ettiği için bu akşam programı ben kapatıyorum. Bir kadın ve bir erkeğin sonuna geldik. Hepinize iyi akşamlar.
DAAT!
- Bayan Lou ile başlıyoruz. Harfinizi alalım.
- Sekseğin S’si.
- Seks mi?
- Hayır, seksek.
- Biz mi seksek?
- Öyle bir şeyden bahsetmiyorum Bay Freud. Ayrıca bunu yapabileceğinizden de emin değilim.
- Program başlamadan önce böyle demiyordunuz ama.
ŞRAK!
- Aaah! Stüdyoya kırbaç sokmak yasak! Onu hemen kaldırın yoksa diskalifiye edileceksiniz. Ayrıca cinsel problemlerinizi programımıza yansıtmanız hiç hoş değil. Evet, yarışmacımız seksin S’si dedi.
- Seksek!
- Kendinizi biraz ağırdan satın canım.
ŞRAK!
- Sizi tekrar uyarmayacağım. Evet, S harfimiz var! Yeni harf tahmini için üç, iki, bir!
DAAT!
- Bayan Lou’nun refleksleri bu akşam iyi anlaşılan. Dün gece elinizle bol bol alıştırma yaptınız galiba. Evet, harfi alalım.
- Organizmanın O’su.
- Tekrar söyleyin.
- O.
- Tekrarhh...
- Bir sorun mu var?
- Yoo, yoo. Ağzınızın şekli çok etkileyici oluyor. Bir kere de üç der misiniz?
- Bay Freud, beni tahrik etmeyin!
- Kullandığınız kelimelerle beni zorlayan sizsiniz. Organizma derken neye gönderme yaptığınızı anlamadım sanmayın.
- Saçmalıyorsunuz! Yarışmaya devam edebilir miyiz?
- Bu kadar alınganlığa gerek yok Bayan Lou. Yoksa var mı? Yoksa çocukken sizinle çok mu dalga geçtiler? Oral dönemde sıkışıp kalmış olabilir misiniz?
- Bay Freud!
- Tamam. Harfimize bakıyoruz. Yokmuş. Hemen diğer tahminimize geçelim. Üç, iki, bir!
DAAT!
- Bay Friedrich! Sonunla dikkatinizi Bayan Lou dışında bir şeye toplayabildiniz bakıyorum. Tahmininizi alalım.
- Piramidin P’si.
- Piramit olduğundan emin misiniz?
- Evet, P işte.
- P’den bahsetmiyorum. Piramit olduğundan emin misiniz?
- Sizinle tartışmaya girerek kendimi alçaltmayacağım.
- Yükselen kısımlarınızı bu şekilde alçaltamazsınız zaten. Bayan Lou’dan yardım istemeniz gerekecek bu konuda. Piramit konusunda da haklı olabilirsiniz. Hali hazırda çadırın ötesine geçtiğiniz belli oluyor zaten.
- Çok ileri gidiyorsunuz!
- Haklısınız! Çok ileri ve çok derine! Evet, Bay Friedrich’in devasa çadırının P’si! Tebrikler! İlk harfimizi buldunuz! Ve şimdi yeni harf için üç, iki, bir!
DAAT!
- Bay Friedrich adeta şaha kalktı! Reflekslerinizin bir kadınınkinden kötü olmasına dayanamadınız herhalde. Bay Friedrich’in aşağılık kompleksi fallikten sonra!
- Sigmund, bazen saçmaladığını düşünüyorum. Fallikten sonra ne demek Allah aşkına? Reklam arasını belirtmek için neden parmağını kullanıyorsun ki?
- Pazarlama taktiği bebeğim. Biliyorsun, sex sells.
- Yine de çok saçma. Fallik objeni sadece pazarlama için kullanıyorsun zaten. Neden hala bu ilişkiyi sürdürdüğümüzü inan anlamıyorum.
- Doyurulmamış isteklerin nedeniyle tatlım.
- Bu böyle devam etmeyecek Sigmund. Ya kendine çeki düzen verirsin ya da beni unut.
- Seni unutmam mümkün değil. Ancak bilinçaltıma itebilirim ki bu da gelecekte sorun yaşayacağım anlamına gelir. Senin için böyle bir şeyi göze alamam. Reklam arası bitmek üzere. Salome’ye dönmeliyim.
- Stüdyoya demek istedin herhalde?
- Öyle dedim zaten?
- Sürçtün Sigmund! O sürtük için sürçtün!
- Ama henüz sürtmedim bebeğim. Buradan ayrılma. Açıklamalarımı çok mantıklı bulacaksın. Özellikle de yeni açılımlarımı gördüğün zaman.
- Programımıza kaldığımız yerden devam ediyoruz! En son Bay Friedrich’i harfiyle birlikte bıraktık. Harfinizi buldunuz mu Bay Friedrich?
- Isırganın I’sı.
- Bu saldırganlığınızın nedeni nedir?
- Saldırganlık mı?
- Anneniz sizi ne kadar emzirdi Bay Friedrich? Oral dönemde ağzınıza annenizin memesi dışında bir şey girdi mi? Mesela ısırmak istediğiniz bir şey?
- Nereye varmaya çalıştığınızı anlıyorum Bay Freud ve bu seviyesiz konu...
DRİLİNK! DRİLİNK!
- Alo? Evet. Yarışmadan sonra. Tamam.
- Telefonunuzu kapamayı unutmuşsunuz... Yoksa bize bir telefonunuz olduğunu, markasının da... Markası nedir?
- Sony ereksiyon.
- Hah! Çok iyi bir noktaya parmak bastığımızı biliyordum!
- Hangi nokta?
- Basamadığınız nokta!
- Bay Freud, sizi anlamakta güçlük çekiyorum.
- Arayan kişi hiyerarşik olarak sizden üstündü. Bu yüzden kısa cümleler kurdunuz ve vücut dilinizi de adeta yuttunuz. Onun karşısında ezilip büzülürken bir türlü baş edemediğiniz ereksiyonunuzdan bahsetmeniz de hiç şaşırtıcı değil. Sizin, Bay Friedrich, en kısa zamanda bir kadına ihtiyacınız var. Onu elde edemeyişinizi üstünlük kompleksiyle ortaya koyuyor, giderek saldırganlaşıyorsunuz. Bir kısır döngü içindesiniz Bay Friedrich! Ve anladığım kadarıyla iktidarsızsınız da! Hatta babanız sizi taciz etmiş ve anneniz de hadım etmeye çalışmış! Buna ne diyeceksiniz bakalım?!
- Hağğğyııııır! Ühü ühü ühühühü!!!
- Nereye gidiyorsunuz Bay Friedrich? Bay Friedrich! Yarışmacımızı çocuksu davranışı nedeniyle hükmen yenik sayıyoruz. Bayan Lou, bir kadın olarak yine hiçbir şey yapmadan galip geldiniz.
- O sizin cinsel takıntılarınız yüzünden oldu Bay Freud.
- Henüz taktığım bir şey yok ama?
- Biraz zor takarsınız zaten. İçerideki hanımefendiyle hakkınızda kısaca konuşma şansımız oldu. Dediğine göre her şey lafta kalıyormuş, bilinç düzeyine bir şey çıkaramamışsınız.
- Ahhah! Öyle bir çıkardım ki bilinçaltına itmek zorunda kaldı!
- Bilemiyorum. Ufak sorununuzdan da bahsetti bana aslında.
- Ufak mı? Kesinlikle değil! Büyük o! Devasa!
- Haklısınız. Ufaklık büyük sorunlara neden oluyormuş.
- Yok öyle bir şey!
- Evet. Yok denecek kadar küçük olduğunu da söyledi.
- Siz! Siz kadınlar! Sizi anlamıyorum!
- Bay Freud! Bay Freud! Değerli konuklar, Bay Freud az önce stüdyoyu terk ettiği için bu akşam programı ben kapatıyorum. Bir kadın ve bir erkeğin sonuna geldik. Hepinize iyi akşamlar.
See you in hell !
"Ben ki sultanlar sultanı, hakanlar hakanı hükümdarlara taç veren Allah'ın yeryüzündeki gölgesi Akdeniz'in ve Karadeniz'in ve Rumeli'nin ve Anadolu'nun ve Azerbaycan'ın ve Şam'ın ve Halep'in ve Mısır'ın ve Mekke ve Medine'nin ve Kudüs'ün ve bütün Arap diyarının ve Yemen'in ve nice memleketlerin sultanı ve padişahı Sultan Bayezid Han oğlu Sultan Selim Han oğlu Sultan Süleyman Han'ım. Sen ki Fransa vilayetinin Kralı Fransuva'sın."
Yedi cihan Padişahı Kanuni Sultan Süleyman, Roma - Cermen İmparatoru Şarlken’e mağlup olup esir edilen Fransa Kralı Fransua’nın yardım talebine yukarıdaki cevabı verince, kibir günahında İblis’ten bile usta olduğunu fazlasıyla ispatlamış oldu. Dosdoğru cehenneme yollanması sürpriz olmadı, ancak daha adımını atar atmaz İblis ile aralarında kıran kırana bir iktidar savaşı başladı. Zira Kanuni Viyana Kapılarına dayanıp ele geçiremeyen hükümdar sıfatından zerrece hazzetmemekte, bu kötü ününü Cehennemin kapılarına dayanıp fetheden padişah olarak değiştirmek istemekteydi.Bu dayanılmaz arzunun vücuda gelmesinde Viyana Kapıları’nın Cehennem Kapıları yanında vasat bir umumi hela kapısı gibi duruyor olmasının payı büyüktü tabii. Aşağıda Kanuni’nin cehennemdeki icraatlarını kıskanan İblis’in tehdit ve uyarı mektuplarını bulacaksınız.
"Süleyman,
Duydum ki cehennemin dibini vergiye bağlamışsın. Manyak mısın? Sana vergi diye ne verecekler aptal herif ? Ayrıca o çatal taşıyan keçi ayaklıların adı yeniçeri değil. Üstelik haremime koyacağım diye cennetten huri kaçırıyormuşsun. Derhal vazgeç bu yaptıklarından, aklını başına topla.
İblis"
"Süleyman,
Ceddimi, dedemi, neslimi ve babamı bu işe karıştırma. Asıl senin deden deliydi, buraya geldiği gün yakacak odunlardan gemi yapmaya başlamıştı. Karada yürüteceğim diye sayıklayıp duruyordu. Hem, tiz kellesi vurula demişsin benim için, binlerce yıldır bu kadar gülmemiştim. Ben ölmem Süleyman.
İblis"
"Süleyman,
Yeter artık, haddini aşıyorsun. Ne demek içkiyi yasakladım? Zaten içki dediğin bir kova kaynar su. Onu da ceza olsun diye veriyoruz. Doğru söyle, Murat verdi bu fikri sana değil mi? Tebdili kıyafet işi de onun başının altından çıktı eminim.
İblis"
"NE HÜRREM’İ, ONUN ADI CEBRAİL SENİ GERİZEKALI!!! Sana ne ara kadın gibi göründü bilmiyorum ama, onunla uğraşmasan iyi edersin. Ha, düşmanımın düşmanı dostumdur kuralıyla hareket ediyorsan seni Allah’a havale ediyorum. Bu arada cennet ahalisi teşekkürlerini yolladı. Verdiğin kapitülasyonlara ihtiyaçları yokmuş.
İblis"
"Süleyman, of Süleyman...
Sezar’ı, İskender’i, Napolyon’u, Richard’ı, İvan’ı ve Elvis Presley’i rahat bırak. Senin bildiğin manada kral değil o, üstelik senden çok korktuğu için ikidebir dünyaya kaçıyor, nasıl yapıyorsa artık.
İblis"
Ve İblis, bütün kini ve hasetiyle yazdı durdu. Süleyman’dan ses seda çıkmadı. Ta ki...
-devam edecek-
Sırada: Kanuni’nin İblis’e cevabı.
Yedi cihan Padişahı Kanuni Sultan Süleyman, Roma - Cermen İmparatoru Şarlken’e mağlup olup esir edilen Fransa Kralı Fransua’nın yardım talebine yukarıdaki cevabı verince, kibir günahında İblis’ten bile usta olduğunu fazlasıyla ispatlamış oldu. Dosdoğru cehenneme yollanması sürpriz olmadı, ancak daha adımını atar atmaz İblis ile aralarında kıran kırana bir iktidar savaşı başladı. Zira Kanuni Viyana Kapılarına dayanıp ele geçiremeyen hükümdar sıfatından zerrece hazzetmemekte, bu kötü ününü Cehennemin kapılarına dayanıp fetheden padişah olarak değiştirmek istemekteydi.Bu dayanılmaz arzunun vücuda gelmesinde Viyana Kapıları’nın Cehennem Kapıları yanında vasat bir umumi hela kapısı gibi duruyor olmasının payı büyüktü tabii. Aşağıda Kanuni’nin cehennemdeki icraatlarını kıskanan İblis’in tehdit ve uyarı mektuplarını bulacaksınız.
"Süleyman,
Duydum ki cehennemin dibini vergiye bağlamışsın. Manyak mısın? Sana vergi diye ne verecekler aptal herif ? Ayrıca o çatal taşıyan keçi ayaklıların adı yeniçeri değil. Üstelik haremime koyacağım diye cennetten huri kaçırıyormuşsun. Derhal vazgeç bu yaptıklarından, aklını başına topla.
İblis"
"Süleyman,
Ceddimi, dedemi, neslimi ve babamı bu işe karıştırma. Asıl senin deden deliydi, buraya geldiği gün yakacak odunlardan gemi yapmaya başlamıştı. Karada yürüteceğim diye sayıklayıp duruyordu. Hem, tiz kellesi vurula demişsin benim için, binlerce yıldır bu kadar gülmemiştim. Ben ölmem Süleyman.
İblis"
"Süleyman,
Yeter artık, haddini aşıyorsun. Ne demek içkiyi yasakladım? Zaten içki dediğin bir kova kaynar su. Onu da ceza olsun diye veriyoruz. Doğru söyle, Murat verdi bu fikri sana değil mi? Tebdili kıyafet işi de onun başının altından çıktı eminim.
İblis"
"NE HÜRREM’İ, ONUN ADI CEBRAİL SENİ GERİZEKALI!!! Sana ne ara kadın gibi göründü bilmiyorum ama, onunla uğraşmasan iyi edersin. Ha, düşmanımın düşmanı dostumdur kuralıyla hareket ediyorsan seni Allah’a havale ediyorum. Bu arada cennet ahalisi teşekkürlerini yolladı. Verdiğin kapitülasyonlara ihtiyaçları yokmuş.
İblis"
"Süleyman, of Süleyman...
Sezar’ı, İskender’i, Napolyon’u, Richard’ı, İvan’ı ve Elvis Presley’i rahat bırak. Senin bildiğin manada kral değil o, üstelik senden çok korktuğu için ikidebir dünyaya kaçıyor, nasıl yapıyorsa artık.
İblis"
Ve İblis, bütün kini ve hasetiyle yazdı durdu. Süleyman’dan ses seda çıkmadı. Ta ki...
-devam edecek-
Sırada: Kanuni’nin İblis’e cevabı.
Etiketler:
Büyük İskender,
Cehennem,
Elvis Presley,
IV. Murat,
İblis,
Kanuni Sultan Süleyman,
Korkunç İvan,
Napolyon
Hit me as hard as you can.
İnsan yaşadığı sürece bazı gerçekleri göremiyor. Bazen gözardı ettiği gerçekler, onun ölümüne neden oluyor.
Ben Mahatma Gandhi. Ölüyüm. Hiç olmadığım kadar pasifim.
Silah kullanmadan direnmeyi, şiddete başvurmadan bağımsız olmayı başardım. Sevgi ve barışı öğütleyerek Hindistan’ı özgürleştirdim. Bunların hepsini oturduğum yerden yaptım. Ben bir pasifistim. En azından yaşarken öyleydim.
Gençliğimi avukat olarak geçirdiğim için cehenneme gönderildim. Zebaniler beni şamar oğlanı olarak kullanırken Kutsal İnek’e dua ediyordum. Yardım etmek için geldi, rosto olarak cehennem halkının midesine indi. Bu durumu da pasif direnişle engellemeye çalıştım ama anladım ki, bağımsızlık demek, özgürlük demek değilmiş. Pasif kalarak kimseye ihtiyacın yokmuş gibi davranabilirmişsin. Ancak ihtiyaç duyduğun kişilerin zarar görmesini bu şekilde engelleyemezmişsin. Aç kalmamak için yaptığın açlık grevi, midesini doldurabilen kişileri değiştirmezmiş.
"Göze göz tüm dünyayı kör eder" dedim. Çok akıllı ve doğru bir laf ettim. Bu sayede dünyanın en ünlü, en sevilen körü olmayı başardım. Daha sonra Ray Charles diye bir zibidi benim yerimi aldı ama hala bana daha çok saygı duyuluyor. O güzelim lafa rağmen İngilizlerin hala bu kadar açıkgöz olmasını doğru bulmuyorum. Ama bu da pasifizmin gerçeklerinden biri. Oturarak başarıya ulaşan tek hayvan tavuktur kuralı. Ben oturdum. Bir yerde başarılı da oldum. Bu arada atı alan Üsküdar’ı geçti.
Okuduklarınızdan benim "vur ensesine, al lokmasını" bir adam olduğumu çıkarmayın. Zaten bunu düşünürken zorlandığınızı varsayıyorum. "Al lokmasını" demek düşünce bazında bile zor, ince ve kalın vurgular çok karışıyor. Dilinizin yetenekleri bu kadar. Direnmeyin. Ne kadar kasarsanız kasın, şu lafı doğru ve akıcı okumayı başaramayacaksınız. Rahat olun biraz, stres yapmayın. Siniriniz çok bozuluyorsa boykot edin gitsin. Lokmadan daha önemli şeyler var hayatta. Yıllarımı açlık greviyle, 30 kilonun üzerine çıkmadan geçirdim. Benden iyi mi bileceksiniz?
Gördünüz işte, yine lokmayı kaybettim. Ama dile karşı bağımsızlığımı ilan ettim. İçim rahat değil yine de. Bir şeyler çok ters. İnsanlara sabretmelerini söyledim zamanında. Sabretmenin ve umudun ne büyük erdemler olduğunu anlattım. Onlara anlatmadığım şey, gelişmek için harekete geçmenin gerekliliği oldu. Oturduğum yerden memleketi kurtarmamı örnek aldılar. Oysa düşünmek ve oturmak benim en iyi yaptığım şeylerdi. Etkilemek, ikna etmek, öğütlemek benim işimdi. Ardımda, hindi misali oturup düşünen, öfkeli bir halk bıraktım.
Kendilerine atılan tokatlara tokatla karşılık vermemelerini öğütledim onlara. Öfkeleri biriktikçe birikti. İngiliz mallarını yakarken oluşturduğumuz devasa ateş bile bu öfkeyi söndüremedi. İntikam almak isteyen bir halka anlayış verdim. Bilgeliğimi insan doğasının üstünde tuttum. Kimsenin almayacağı bir örneği sundum. İnsanları varolmayan bir iyiliğe inandırdım. Vadettiğim hayali yaşayamadığı için gerçekten öfkelenmiş biri tarafından öldürüldüm. Efsane oldum. Her efsane gibi, acımasız gerçeğin üstünde tutuldum. Savaşı oturarak bitiremedim ve vadettiğim mutluluğu kimseye veremedim.
Şimdi bana vurabildiğiniz kadar sert vurun. Bu cezayı hakettim.
Ben Mahatma Gandhi. Ölüyüm. Hiç olmadığım kadar pasifim.
Silah kullanmadan direnmeyi, şiddete başvurmadan bağımsız olmayı başardım. Sevgi ve barışı öğütleyerek Hindistan’ı özgürleştirdim. Bunların hepsini oturduğum yerden yaptım. Ben bir pasifistim. En azından yaşarken öyleydim.
Gençliğimi avukat olarak geçirdiğim için cehenneme gönderildim. Zebaniler beni şamar oğlanı olarak kullanırken Kutsal İnek’e dua ediyordum. Yardım etmek için geldi, rosto olarak cehennem halkının midesine indi. Bu durumu da pasif direnişle engellemeye çalıştım ama anladım ki, bağımsızlık demek, özgürlük demek değilmiş. Pasif kalarak kimseye ihtiyacın yokmuş gibi davranabilirmişsin. Ancak ihtiyaç duyduğun kişilerin zarar görmesini bu şekilde engelleyemezmişsin. Aç kalmamak için yaptığın açlık grevi, midesini doldurabilen kişileri değiştirmezmiş.
"Göze göz tüm dünyayı kör eder" dedim. Çok akıllı ve doğru bir laf ettim. Bu sayede dünyanın en ünlü, en sevilen körü olmayı başardım. Daha sonra Ray Charles diye bir zibidi benim yerimi aldı ama hala bana daha çok saygı duyuluyor. O güzelim lafa rağmen İngilizlerin hala bu kadar açıkgöz olmasını doğru bulmuyorum. Ama bu da pasifizmin gerçeklerinden biri. Oturarak başarıya ulaşan tek hayvan tavuktur kuralı. Ben oturdum. Bir yerde başarılı da oldum. Bu arada atı alan Üsküdar’ı geçti.
Okuduklarınızdan benim "vur ensesine, al lokmasını" bir adam olduğumu çıkarmayın. Zaten bunu düşünürken zorlandığınızı varsayıyorum. "Al lokmasını" demek düşünce bazında bile zor, ince ve kalın vurgular çok karışıyor. Dilinizin yetenekleri bu kadar. Direnmeyin. Ne kadar kasarsanız kasın, şu lafı doğru ve akıcı okumayı başaramayacaksınız. Rahat olun biraz, stres yapmayın. Siniriniz çok bozuluyorsa boykot edin gitsin. Lokmadan daha önemli şeyler var hayatta. Yıllarımı açlık greviyle, 30 kilonun üzerine çıkmadan geçirdim. Benden iyi mi bileceksiniz?
Gördünüz işte, yine lokmayı kaybettim. Ama dile karşı bağımsızlığımı ilan ettim. İçim rahat değil yine de. Bir şeyler çok ters. İnsanlara sabretmelerini söyledim zamanında. Sabretmenin ve umudun ne büyük erdemler olduğunu anlattım. Onlara anlatmadığım şey, gelişmek için harekete geçmenin gerekliliği oldu. Oturduğum yerden memleketi kurtarmamı örnek aldılar. Oysa düşünmek ve oturmak benim en iyi yaptığım şeylerdi. Etkilemek, ikna etmek, öğütlemek benim işimdi. Ardımda, hindi misali oturup düşünen, öfkeli bir halk bıraktım.
Kendilerine atılan tokatlara tokatla karşılık vermemelerini öğütledim onlara. Öfkeleri biriktikçe birikti. İngiliz mallarını yakarken oluşturduğumuz devasa ateş bile bu öfkeyi söndüremedi. İntikam almak isteyen bir halka anlayış verdim. Bilgeliğimi insan doğasının üstünde tuttum. Kimsenin almayacağı bir örneği sundum. İnsanları varolmayan bir iyiliğe inandırdım. Vadettiğim hayali yaşayamadığı için gerçekten öfkelenmiş biri tarafından öldürüldüm. Efsane oldum. Her efsane gibi, acımasız gerçeğin üstünde tutuldum. Savaşı oturarak bitiremedim ve vadettiğim mutluluğu kimseye veremedim.
Şimdi bana vurabildiğiniz kadar sert vurun. Bu cezayı hakettim.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)