31 Aralık 2011 Cumartesi

cehennem'den sesler

rahmetlinin ardından konuşmak gibi olmasın ama pavarotti'nin cehennemde tutunamayacağı daha başından belliydi. bunun tek nedeni göbeği kadar büyük olan egosu değil, bizzat cehennem'deki tepelerle boy ölçüşebilecek büyüklükte olan göbeğiydi.

başta her şey lisede geçen tipik bir amerikan filmi tadında gelişti. okula gelen en yeni öğrenci olmanın getirdiği eziklik, aşırı kiloları ve yaşı ilerledikçe takmaya başladığı gözlüğüyle birleşince onu potansitel hedef haline getirdi. tabii pavarotti'nin kimliğiyle arasındaki sağlam bağ ona ezik değil, efsane, hatta lütuf gibi hissettiriyordu ama cehennem'in eski toprakları bunu tersine çevirmeye dünden hazırdı. tüm 3. sınıf korku filmlerinde olduğu gibi ilk ölen, şişman ve gözlüklü çocuk olacaktı.

pavarotti, cehennem'de krallar gibi ağırlanacağı düşüncesiyle mutlu ölmüştü. dünyanın en büyük seslerinden biri olarak biraz saygı bekliyordu. belki iblis'in ona cehennem'in anahtarını vereceğini düşünmemişti ama (ne de olsa kendisinden büyük bach vardı) en azından emrine verilecek, sağa sola koşturabileceği bir zebani hayal ediyordu. karşılaştığı manzara ise bundan çok farklıydı.

cehennem'deki şakaların lisede yenilere yapılanlardan en önemli farkı, biraz daha fazla vahşet içermeleriydi. sadece birazcık. örneğin pavarotti'nin karşılaştığı ilk şaka, cehennem'in kapısından içeri girerken kafasına düşen baltaydı. tabii devamındaki şakalar biraz daha acı vericiydi. ama üçüncü şakadan sonra pavarotti de cehennem'deki eğlence standartlarına uyum sağlamak için biraz çaba göstermeye başladı.

eğer pavarotti'nin egosu biraz daha küçük olsaydı, yani ta.ak oğlanı olmayı daha kolay kabullenebilseydi herkes onu birkaç bin yıl içinde rahat bırakacak, o da sonsuza kadar sürecek cezasını daha iyi koşulara çekebilecekti. ama kimliğine o kadar bağlı, hatta bağımlıydı ki, kendisini (ve hassas bölgelerini) sıkıştırıp italyan milli marşını tersten söylettikleri zaman bile detone olmamaya çalışıyordu. yaşarken onu efsane yapan sesinin mutlaka cehennem ahalisinden birileri için bir anlam ifade edeceğini ve kendisini kurtaracağını sanıyordu. elinde sesinden başka hiçbir şeyi yoktu. cehennem'de itibar kazanmasının ya da en azından tutunabilmesinin tek yolunun sesinden geçtiğine inanıyordu. pavarotti yanılıyordu. aslında kimliğini, ardından da umutlarını kapının dışında bırakabilseydi her şey daha kolay olacaktı.

yine de bir gün beklenen haber geldi. pavarotti cehennem'de de sanatını konuşturabilecekti.

--------------

iblis amy winehouse'la birlikte başlattığı ödeme sistemini sürekli bir uygulamaya dönüştürdüğünden beri, herkes kendisine bir iş bulmaya ve cehennem'de geçireceği süreyi kısaltmaya çalışıyordu. inşaat alanındaki meslekler hemen tükenmişti. pek çok kişi ellerindeki imkanlarla cehennem'i bir şantiye alanına çevirmiş, içinde kimsenin yaşayamayacağı binalar dikmeye başlamıştı. yine de bu iş zaman kazandırıyordu çünkü zebaniler bu alanları yeni işkence sistemleriyle donatıp kullanabiliyordu. mimarlar, mühendiseler, müteahhitler, ameleler, herhangi bir konunun ustaları, işkence aletlerini dizayn edip hayata geçirecek teknisyen ve tasarımcılar çoktan yeni işlerine başlamıştı. hiçbir vasfı olmayan insanlar bile cehennem'deki balgam havuzundan aldıkları sıvıları kazdıkları toprakla karıştırıp sıva yapabiliyordu.

muhasebecilik ise cehennem'e her gün eklenen milyonlarca ruh düşünüldüğünde daha uzun yıllar geçer akçe olmayı sürdürecekti. ama mesela aşçılık, cehennem'de hiçbir işe yaramayacak mesleklerden biriydi. koskoca cehennemde değil bir ot çeşidi, ateşlik odun dışında yemeye değer (ya da kusmadan yenilebilecek) hiçbir şey yoktu. insan eti de pişiremezlerdi çünkü ölü bir insanı yeniden öldürmek bile ceza sürelerini artıracak suçlar arasında sayılıyordu.

herhangi bir alanda sanatçı olmak, en iyi işlerden biri olmasa da az çok zaman kazandırıyordu. zebaniler yoğun geçen günlerinin ardından bir filmle veya sevdikleri bir müzikle dinleniyordu. örneğin cehennem'de en çok tutulan filmlerden biri hostel olmuştu. yeniden çevriminde sahneler daha gerçekçi ve oyunculuklar çok daha iyiydi.

pavarotti de kalbine seslenebileceği bir zebani bulmuştu. ne var ki aynı aryayı 187 kez üst üste söylemek zorunda kalınca bayıldı ve işten kovulup eski kasetler arasına atıldı. burada unutulup rahat bırakılacağını düşünmüştü. ancak vintage kolleksiyonlar tasarlayan bir modacı tarafından eski kasetlerin parçalanıp cüzdan, anahtarlık ve aksesuar yapıldığını hesaba katmamıştı.

neyse ki cehennem'de de modanın çabucak değişmesi, yeni ürünlere yer açılması gerekiyordu. kısa sürede vintage eşyalar çöpe atıldı. pavarotti de tüm parçalarını bir araya getirmeyi başararak eski haline döndü.

son parçasını da yerine taktığında uzun bir oh çekti. bu "ooooooooooooooh" biri tarafından duyuldu. pavarotti'nin şansı dönmek üzereydi.

- güzel bir sesin var. çok güçlü.
- elbette, ben pavarotti'yim!
- pavarotti... ilginç bir isim. hatta çok güzel. afişlerde ismini şimdiden görür gibiyim. seni ünlü yapabilirim.
- ben zaten ünlüyüm! ben bir efsaneyim!
- kes! seni tanımadığıma göre hiçbir şey değilsin! ama teklifimi kabul edersen cehennem'in en çok aranan sanatçısı olabilirsin.

pavarotti bu tepki karşısında biraz üzülmüş ama bozuntuya vermemişti. dünyadaki kadar ünlü ve saygıdeğer biri olmak için yapmayacağı şey yoktu. pazarlık sırasında biraz naz yapmayı denediyse de patron omuzlarını silkip uzaklaşırken, ayaklarına kapanacak kadar alçalmak da yapabileceklerine dahildi. hatta pavarotti'nin blöfünü görüp işi ağırdan satmaya başlayan patron "sahneye çıkmadan önce yapmamız gereken son bir iş var" diyerek yatağını gösterdiğinde buna da boyun eğdi. sahnedeki her saat karşılığında cehennem süresinin yarım saat kısalması karşılığında anlaştılar ve pavarotti gazinocular kralı fahrettin aslan'ın yanında yeni işine başladı.


--------------

sahneye çıkmadan önceki gece pavarotti uyuyamıyordu. bunda kızgın çivilerden yapılmış bir yatakta yatmasının da payı yok değildi ama pavarotti'yi uykudan alıkoyan asıl neden heyecandı. kim bilir hayranları ne kadar etkilenecekti. sesini bütün cehennem duyacaktı. onu sahnede görmek için bir süre sonra cennet'ten bile gelmeye başlayacaklardı. hazırladığı repertuar herkesi çılgına çevirecekti. o kadar popüler olacaktı ki, huriye huri demeyecekti.

tabii pavarotti bir kez daha yanıldığını anladı. gazinoda kendisini izlemeye gelen on bir buçuk kişi vardı (birinin yarısı hostel'de rol alıyordu). bazıları her nasılsa kaynar suyla sarhoş olmayı başarmış tiplerdi. bazıları efkar dağıtmaya, bazıları neşelenmeye gelmişlerdi. bazıları ilk parça bitmeden gazinoyu terk etti. bazıları sandalyeleri birleştirip uyumaya başladı. bazıları kalkıp pavarotti'nin eline peçete tutuşturdu. pavarotti terini silmek için peçeteyi alnına götürürken "acıların kadınıyım" yazısını gördü. bir şey anlamadı. bir diğer peçetede "biz heybeli'de her gece" yazıyordu. bir diğerinde ise telefon numarası vardı. pavarotti peçeteleri bırakıp hazırladığı repertuardan devam etti. gecenin sonunda gazinoda yalnız fahrettin aslan kalmıştı. yüzündeki ifade memnuniyetten çok uzaktı.

- bak pavarotticiğim, çok yeteneklisin ama formatı değiştirmemiz lazım.
- değiştiririz. birkaç balerin getiririz, sadece kuğu gölü'nü sahneleriz. filmi de yapıldı ya, onu herkes bilir.
- yoo yoo, öyle değil. daha radikal bir değişiklik gerekiyor.
- şey... rock da çalabiliriz. skunk anansie ve sepultura ile düet yapmıştım, referanslarım sağlam.
- ı-ıh... daha farklı bir şey.
- ...
- mesela kıyafetini değiştirerek başlayalım. bu smokin biraz kasvetli, anlıyor musun? eğlenmeye gelen insanların karşısına bu kadar ciddi çıkamazsın.
- tabii. neden olmasın? sadece pantolon ve gömlek de olabilir.
- yoo yoo. daha radikal bir şey...
- ...
- zeki müren gibi mesela. ben onun apartman topuklu parlak çizmelerini çok seviyorum. herkes seviyor. bir de mini elbisesini. o da çok pırıltılı, ışık saçıyor.
- ?!
- hem düşünsene, böyle ışıl ışılken sana "sabah yıldızı" deriz, iblis bile merak edip adaşını izlemeye gelebilir!
- ben... düşünmem lazım.
- yani düşün istersen ama zeki müren de sırada bekliyor. seni alacağım diye reddettim ama... nasıl desem, bir telefonuma bakar. sen bilirsin yani. açıkta kalma diye şeyettim ben.
- p-p-peki, tamam.
- bir de repertuarını değiştirmemiz gerekiyor tabii. yani opera falan güzel ama çok sanatsal, herkese uymuyor. daha popüler bir şey mesela...
- r'nb falan mı?
- yoo yoo, daha radikal bir şey mesela... ben sana yeni listeni hazırlayıp göndereceğim, yarına kadar ezberlersin.

pavarotti müziğe devam etmek ve dünyadaki itibarını yeniden kazanmak için her şeyi yapmaya kararlıydı. mini elbise ve topuklu çizme giymek, pavyon şarkıları söylemek ve göbek atmak da buna dahildi.


--------------

her şey fahrettin aslan'ın dediği gibi oldu. yeni tarzıyla pavarotti aylarca sahne aldı. ta ki yerine daha zayıf, daha göz alıcı ve kendisinden çok daha enerjik freddy mercury işe alınıp assolist oluncaya kadar. pavarotti bu konuda fahrettin aslan'la konuştu, kavga etti, dayak yedi. sırayla ikinci assolistlik, piyanist şantörlük ve dansözlük işleri de elinden alındı. artık gazinoda kalabilmek için konsomatrislik yapması gerekecekti.

pavarotti hala günün birinde eskisi gibi bir yıldız olacağına, bunun tek yolunun da gazinodan geçtiğine inanıyordu. bu yüzden ayrılmadı. ama bu da işe yaramayacaktı. pek çok kişi sakallı, bıyıklı, göbekli bir konsomatrisle ilgilenmiyordu. ilgilenenler ise kat kat yağın arasında nereye gireceklerini bulamadıkları için paralarını geri istemişlerdi.

sonunda pavarotti gazinonun tuvaletinin kapısında kolonya dağıtmaya başladı. herkesten küçük için 1 dakika, büyük için 3 dakika alıyordu. kazandığı zaman yaptığı işe değmiyor, üstüne üstlük kendisini beslemeye devam eden fahrettin aslan'a olan borcunu büyütüyordu. yeni bir iş bulmalı, mümkünse bu lanet gazinodan kurtulmalıydı. ama fahrettin aslan borcunu ödetmeden onu bırakmayacaktı.

tuvalette işini bitirdikten sonra ödemesini yapmayan bir müşteriye çıkışması sonucunda hayatının dayağını yedi. müşteriyi pavarotti'nin göbeğinde zıp zıp zıplarken gören fahrettin aslan, büyük sanatçıyı daha verimli kullanabileceği bir yol bulmuştu.

tamamen tıraş edilen ve üzerine kırmızı bir çarşaf geçirilen pavarotti, bundan sonra özel müşteriler için su yatağı olacaktı.


--------------

pavarotti, su yatağı olarak geçirdiği sürenin sonucunda onlarca yeni pozisyon öğrenmiş, kama sutranın bilir kişisi olmuştu. ne var ki, zor çalışma şartları nedeniyle sekse ilgisini tamamen kaybetmişti. zaten kimse 300 kiloluk birinden sevişmenin sırlarını öğrenmek istemiyordu. ona en çok koyan, müşterilerin "ooh, yattığın yerden kazanıyorsun, kıyak iş" demeleri ve çekleri poposuna sıkıştırmalarıydı.

milyonlarca yıl gibi geçen bu süre sonucunda fahrettin aslan'a olan borcunu kapatması ve gazinodan ayrılma hakkı kazanması onu avutan tek şeydi.

gazino macerası bittikten sonra yaptığı hesaplamaya göre hala 1.769.378.106 yüz yıl cehennemde kalması gerekiyordu. bu süreyi hiçbir şey yapmadan geçiremezdi, boş geçirdiği her an borç hanesine bir saat olarak yazılıyordu. "ne iş olsa yaparım" diyerek her yere başvuran pavarotti, inşaatlarda balyoz, guitar hero partilerinde yardımcı oyuncu ve monster truck tekerleği olarak farklı işlerde görev aldı. kısa bir süre, dünyadakileri işletmek için kurulan telefon santralinde de çalıştı. çok karakteristik ve güçlü bir sese sahip olduğu için aradıklarının hepsi işletildiğini şıp diye anlayıp henüz "ohhh ta.aklarım serinledi" cümlesine gelmeden telefonu kapatıyordu. tüm işlerinden çeşitli nedenlerle kovulduktan sonra cehennemde yapabileceği en iyi işi buldu ve itfaiyede yangın sireni olarak çalışmaya başladı.

cehennem'de sürekli bir yangın sirenine duyulan ihtiyaç sayesinde şimdiden 1.125 yıllık cehennem borcunu silmeyi başaran pavarotti, boş zamanlarında yeni yetmelere müzik dersi veriyor. çocuklarla yaşadığı en büyük sorun ise, iki nota öğrenen herkesin "highway to hell" çalmak istemesi.


24 Ekim 2011 Pazartesi

23 Ekim


Görünmeyen hoparlörlerden anons duyuldu. Ne yapacağını bilmeyen yüzlerce kişi yönlendirmeler için kulaklarını dört açıp dinlemeye başladı.

“Öte dünyaya hoş geldiniz. Günah - sevap ölçümleri için lütfen bankodan numaranızı alınız. Son günlerde yaşadığımız yoğunluk nedeniyle işlemleriniz biraz zaman alabilir. Anlayışınız için teşekkür ederiz.”

Bekleyen herkes toza bulanmıştı. Bazıları mezarlarından kalkıp gelmiş, bazıları başlarına yıkılan beton duvarların altından çıkamamıştı. Asker üniformalı olanlar da vardı, don gömlek kalanlar da. Yetişkinler, çocuklar, bembeyaz yüzlüler, daha esmer tenliler... Herkes burada sırasını bekliyordu.

Esmerlerden biri yanındakini dürttü, etrafı izleyen üniformalı bir genci gösterdi.

“Hatırladın mı?”

“Hatırlamam mı?”

“Duracan mı burada böyle?”

“Ne diyem ki gidip? Özür mü dileyem? Helallik mi isteyem? Çok geç artık, yaşarken düşünecektik.”

“Söylemek istediğin çok şey var, bilirim. Git de konuş.”

Esmer adam tedirgin. Kalktı. İki adım attı. Durdu. Arkasına baktı. İki adım daha. Ayakları zorlanıyor. İçinde bir acı. İlerlemesini engelleyen hangisi bilmiyor. Kalbindeki ağırlık mı? Aklındaki haklılık mı? Zorlanarak birkaç adım daha. Son birkaç adım. Oturdu üniformalı adamın yanına.

“Hatırladın mı beni?”

“Hatırlamaz mıyım?”

“Ben sana bir şey demeye geldim ama... Çok geç artık. Keşke ölmeyeydin desem... Keşke beni de öldürmeyeydin desem...”

“Olan oldu artık. Ancak ölünce anlaşılıyor demek.”

“Anladın mı peki? Daha küçükken bana neler anlattıklarını bildin mi? Babamın köy meydanında soyulup dövüldüğünü bildin mi? Dayımın Kürtçe şarkı söylediği için dayak yediğini, akrabalarımın köyünün yakılıp yıkıldığını, ablamı Nevruz’da yakalayıp ırzına geçtiklerini bildin mi? Bana neler neler anlattıklarını, daha küçükken ellerime taş tutuşturduklarını anladın mı? Benim o taşları nasıl bir nefretle attığımı, şimdi senden ne kadar utandığımı anladın mı?”

“Buraya gelince anladım. Peki sen benim o kurşunu neden sıktığımı anladın mı? Daha çocukken elime oyuncak tüfek verildiğini, Türk olmaktan gurur duymam gerektiğinin her sabah tekrarlatıldığını biliyor musun? ‘Bizim toprağımızda’ yaşadıkları halde Türk olmadıklarını söyleyenleri düşman bildik biz hep, anlıyor musun? Teyzemi çantasını çalmak için yaralayan adam Diyarbakır’dan göçmüştü. Öğretmen arkadaşımı dağa kaldırdı sizinkiler, kız bir daha kendine gelemedi. Kokundan bile nefret ettirildim, ülkenin bölünmesinden de geri kalmasından da sizi sorumlu bildim, anlıyor musun? Başka yere bakacak olsam, yine şehit haberleri geldi önüme. Ben kana susamış gibi adam öldürmek ister miydim sanıyorsun?”

Konuştular. Biri aşiretten bahsetti, biri medyadan. Biri “o silahı hiç almayaydık elimize” dedi, biri “birbirimize kırdırdılar bizi”. Anlattılar dertlerini, umutlarını, geride bıraktıkları hayallerini. Ama hiç özür dilemediler birbirlerinden. Öyle büyümüştü onlar. Öğrendikleri olmuşlardı. Seçim yapamamışlardı. Ancak öldükten sonra anlamış ama çok geç kalmışlardı.

Konuştukça ağırlıkları kalktı üstlerinden. Lekeli ruhları temizlendi. Bir de baktılar ki, ikisi de amına koduumun piçi falan değilmiş, düpedüz insanlarmış sadece. Ödeşmeleri değil, anlamaları gerekiyormuş. Yaşadıkları zaman bir tek “ben adam öldürmem” diyebilmeleri gerekiyormuş. Ama bunların hepsi geçmişte kalmış.

Muhabbet uzadıkça uzadı. Ruhlar konuştukça hafifledi. Kimlikler uçup gitti. Bir süre sonra kendileri de ne Türk, ne Kürt, ne asker, ne terörist, ne kadın, ne erkek, ne güçlü, ne suçlu, ne iyi, ne kötü olarak, şeffaf ve huzurlu, ortadan kayboldular. Zamanında sahip olmaya çalıştıkları, ancak sadece kiracısı olabildikleri toprak ise aşağıda bir yerlerde sallanmaya devam ediyordu.



Yeni insanlar gelmeye devam etti. Yüzlerce. Bazıları nerede olduğunu anlamadı önce. Adamın biri “Kızım nerede? Kurtarın kızımı!” diye ciğerlerini parçalıyordu. Kulakları ne anonsu duyuyordu ne de onu sakinleştirmeye çalışanları. Komşusunu gördü sonra. Koşarak onun yanına gitti. “Elif yok!” dedi, “Göçük altında benimleydi, nerede kızım?”

“Öldün sen. Kızın yaşıyor.”

Adam durdu. Etrafa baktı. Artık üşümediğini fark etti. Hala toz toprak içindeydi ama etrafta yıkılmış bina görmüyordu. Herkes ona bakıyordu. Bazıları sakinleştiğine karar verip yanından ayrılırken adam ağlamaya başladı.

“Karanlıktan korkar o. Üşür. Ben de ısıtmazsam nasıl dayanır orada?”

“Yapacak bir şey yok artık.”

“Dönsem geri. Yerini göstersem. Vallahi geri gelirim. Kurtarılsın kızım, bir dakika durmam orada. Gidemem mi?”

“Olmaz. Dönüş yok buradan.”

İçini çekti. En az aşağıdaki kadar çaresizdi. “Allah orada kalanlara yardım etsin” dedi ve bir daha sesi çıkmadı.



Aşağıda ekiplere kayıtlı olmayan iki kişi durmadan çalışıyordu. Biri kaynağı belli olmayan bir ışıkla göçüklerin içlerini aydınlatmaya ve hayatta kalanları bulmaya çalışırken, diğeri uygun alanlarda kim bilir nereden bulduğu odunlarla ateş yakıyor, Van soğuğunu kısa bir süre de olsa girdiği yerden kovuyordu.

“Diğer köye gidelim.”

“Burada daha çok işimiz var, bir yere gidemeyiz.”

“Hiç dinlenmeden devam edersek şüphe çekeceğiz. En azından başka yerde devam edelim.”

İnsan yaşamıyla bir salise, kendileri içinse kısa bir sohbete yetecek kadar zamanda diğer köye ulaştılar. Sohbet süresince İblis sinirliydi, Tanrı ise istifini bozmuyordu.

“Manyak mı bunlar ya? Tutturmuşlar bir intikam, seni de alet ediyorlar bir de. Yok ilahi adaletmiş, bilmem neymiş.”

“Ya bilmiyor musun bunları? Suç işleyip yakalandıklarında da seni suçluyorlar. Ağızları torba değil ki.”

“Ben onda değilim abicim! O kadar akıl vermişsin, hala düşünmeden konuşmalarına kızıyorum. Hadi doğal felaketleri sen gönderdin diyelim...”

“Ehehe... Ne kıskanırdın ama!”

“Dalga geçme şimdi, ciddi bir şey söylüyorum. Sen göndersen sapla samanı ayırmaz mıydın? Ne bileyim, hani zamanında ‘7.4 yetmedi mi’ diye pankart açan yobaz karı vardı ya, dindarların da günahkarlar yüzünden arada kaynadığını sanıyordu. Senin öyle bir ayrım yapabilecek güçte olduğunu düşünmüyorlarsa günaha girmiş olmuyorlar mı?”

“Oluyorlar tabii de günaha girmelerine kızıyor olamazsın herhalde?”

“Yok canım, o benim işime geliyor sonuçta. Benim kızdığım, o kadar uğraşıp din yapmışlar, o kadar inançlı olmak için bin bir takla atmışlar, her gün beş kere senin sonsuz gücünü öven ezanları dinliyorlar, hiç mi akıllarına gelmiyor günahkarla günahsıza farklı muamele edeceğin?”

“Onun da öldükten sonra olacağını yazmışlar ama. Sonucu öyle hemen görecek olsalar çıkarlarına uymaz. Çoğu öldükten sonra kazın ayağının öyle olmadığını anlıyor neyse ki.”

“Yine de böyle tipleri biraz benim tarafta misafir etmek istiyorum ben. Sinir ediyorlar beni.”

“Öldükten sonra da inat edenleri al tabii. Cennette terörist dedikleri kişileri görüp vik vik etmeye başlayacaklar yine. Huzur kaçırmayacak duruma gelene kadar sende kalmaları daha iyi. Neyse. Şimdi gevezelik etmeyelim, çok işimiz var.”

“Haydi kolay gelsin madem.”

Köye girdiklerinde ekiplere yardımcı olmaya çalışan insanlarla karşılaştılar. Yorgunluktan bayılmak üzere olan bir kadının yerini Tanrı devraldı. İblis kadının omuzlarına bir battaniye örttü, eline bir bardak sıcak çorba tutuşturdu. Kadın titreyen elleriyle çorbasını alırken “Allah razı olsun evladım,” dedi, “Allah sizleri başımızdan eksik etmesin.”

Tanrı ve İblis sadece gülümsemekle yetindiler. 

28 Ağustos 2011 Pazar

cin is a three letter word

cinleri tepesine çıkmak, hepimizin bildiği gibi, insanın çok sinirli olduğunu belirten bir tanımdır. ancak diğer dünyada cinlerin tepeye çıkması genellikle olumlu addedilir.

dünyada olduğu gibi, cennet ve cehemmende de cinler tüyo vermekle görevlendirilmiştir. irice bir köstebek boyutlarında ve tipik bir fanatik gazetesi yazarı tipinde olurlar. tüyo verecekleri kişinin omzuna tırmanır, bahis bayiine veya fal kafelere kadar olan kısa mesafe yolculukları kişinin kafasında oturup etrafı izleyerek yaparlar. dünya halkı böyle durumlarda kendini at gibi hissettiği için sinirlenebilir. ama daha anlayışlı olan cehennem ahalisi durumu hoş karşılamakta, hatta bazen cinlerden ek bilgi de almaktadır. yani cinleri tepesine çıkan insanın oldukça şanslı olduğu söylenebilir.

dünyadaki yanlış kullanımın nedeni, oldukça çirkin ve mütemadiyen öfkeli olan kocakarıların dayatmasından ileri gelmektedir. kaknemlikleri için cinleri suçlayan kocakarılar, onlar sayesinde, normal şartlarda sahip olamayacakları primi de elde etmişlerdir. kulaklarına fısıldayan cinler sayesinde fal bakar, bunun karşılığında hem cinlere hem de yaşayanlara karşı katlanılmaz olmayı doğal hakları olarak görürler. cinler bu durumu pek umursamaz. çünkü aynı zamanda cinleri kendilerine bağladıkları konusunda da sarsılmaz (ve bir o kadar yanlış) bir inanca sahip olan kocakarılar, diğer dünyada rating rekortmeni reality show'lar olarak izlenmektedirler.

cehennemde en çok izlenen reality show'un isimsiz kahramanı big pictures isimli paparazzi kuruluşunda çalışan bir muhabirdi. dünyada da kimsenin ismini bilmediği bu muhabir, cinlerin kulağına fısıldadığı tüyolar sayesinde amy winehouse'u takibe almış; kırmızı sütyen, kot pantolon, çıplak ayaklar ve acınası bir surattan müteşekkil ünlü fotoğrafı çekmeyi başarmıştı.

sansasyonel yaşamı sayesinde amy winehouse cehennemde büyük ilgi görmeye başladı. dünyada olduğu gibi, attığı her adım skandallar listesine yeni bir haber olarak ekleniyordu. kokain komasından sonra yeniden hayata döndürülmesi bir dönüm noktası oldu. artık cehennem halkı amy'nin ölümü üzerine bahis oynamak istiyordu. ne var ki, ruhları dahil, kaybedecek hiçbir şeye sahip olmadıkları için bahisler toplanamadı.

bu gelişme sonucunda iblis'in cinleri tepesine çıktı. muhasebe bölümüne doğru ilerlerken yeni bir yatırım planı şekillenmeye başlamıştı.

.......

mayer amschel rothschild yüzyıllardır cehennemin muhasebe bürosundan dışarı çıkmamıştı. dünyada, cennette ve cehennemde neler olup bittiğinden habersiz, yeni gelen ve vadelerini tamamlayan ruhları defterlere işliyor, başka hiçbir şeye bir saniye bile ayıramıyordu. bu nedenle masasına bırakılan ipod touch'ın ne olduğunu anlamamış, dokunduğu anda ses çıkarmaya başlayan aletten korkup bayılmıştı. iblis ve cinleri on dakikadır kendisini ayıltmaya çalışıyorlardı.

sonunda ayıldığında eline birkaç hesap defteri tutuşturarak sakinleştirdikleri rothschild, iblis'i dikkatle dinlemeye başladı. duyduğu her kelimeyle kafası biraz daha karıştı.

- aslında çok basit. amy winehouse'un ne zaman öleceğini tahmin etmelerini isteyeceğiz. bunun üzerine bahisler toplanacak.
- tamam da amy winehouse tam olarak nedir?
- burnunu kokainden çıkarmakta zorlanan bir şarkıcı.
- kokain mi?
- bak, kafanı bunlara yorma. elimizde yakında ölecek bir kız var ve bahis oynamak isteyenler tahmin yürütmek için ruhlarını masaya sürecekler.
- ama bunu cehennemde başlatacağınızı söylüyorsunuz efendim. burada kimsenin ruhu yok ki, hepsi sizin elinizde.
- ah mayer… neredeyse bankacılığı başlatan adamsın, hiç tefecilik diye bir şey duymadın mı? ruhlarını borç hanesine yazacağız. kazanırlarsa ruhlarını geri alacaklar, kaybederlerse cehennemde geçirecekleri zaman uzayacak. bu kadar basit.
- hmm… kulağa çok mantıklı geliyor.
- dünyadakiler için de bir web sitesi hazırlayacağız ve kazanana ipod vereceğiz.
- bir ne hazırlayacaksınız?
- web sitesi. tüm dünyadan insanların buluştuğu bir yer. çok işe yarıyor. mesela sorduğun her şeyin cevabını alabiliyorsun. sonra porno diye müthiş bir şey var…

cinlerden biri iblis'in kulağına mayer'in hiçbir şey anlamadığını hatırlattı. daha fazla bilgi almak kafasını iyice karıştırabilir ve muhasebeyi içinden çıkılmaz hale getirebilirdi. iblis düşüncelerini neredeyse aşık olduğu internetten uzaklaştırıp mayer'in anlayabileceği şekilde devam etti.

- dünyadaki bahis işini biz halledeceğiz, merak etme. sana göndereceğimiz her ismi deftere işlemen önemli, öldükleri zaman insan hayatı üzerine bahis oynadıkları için yargılanacaklar. yani anlayacağın, para birimi olarak yine ruhlarını kullanacağız. kazananlara da ödül olarak şu minik şeyi vereceğiz.
- o… o şey… bırakın onu efendim! o çok tehlikeli bir şeytan icadı olabilir!
- yoo yoo, ben yapmadım. bu steve jobs'un eseri. hem teknoloji hem de tasarım açısından harika bir oyuncak. gençleri görmelisin, buna resmen tapıyorlar. şuraya basınca…

tepesindeki cin iblis'i yeniden uyarmak zorunda kaldı.

- aaa, şey… evet. peki. bahisler için yeni defter açman gerekiyor, kısaca bunu söylemeye gelmiştik.

.......

cehennemde eğlenceli ve umut dolu günler başlamıştı. bazıları tuhaf matematiksel hesaplara gömülmüş, bazıları kozmik işaretlere konsantre olmuş, bazılarıysa tüyo almak için cinlerin peşine düşmüştü.

dünyada durum o kadar iç açıcı görünmüyordu. herkes amy winehouse'un ne zaman öleceğiyle ilgilenmekle birlikte, açılan web sitesine sadece 96.026 kişi tahminlerini bırakmıştı. bu kadarcık yeni ruh iblis'in dişinin kovuğunu bile doldurmayacaktı. "olsun," diye düşündü iblis, "akmasa da damlasın."

dünyadaki gidişhata çok önem vermese de cehennemde yürütülecek tahminler iblis tarafından özenle takip ediliyordu. bahisler sadece gün ve saat üzerinden değil, ruhun bedeni terk edeceği saniye de tahmin edilerek oynanıyordu. iblis bunun da planını yapmıştı. kasa her zaman kazanmak zorundaydı. plana göre, 23 temmuz 2011'de, saat tam olarak 15.55.15'i gösterdiğinde amy'nin ruhu uçuşa geçmek durumundaydı. ve bu an, cehennemdeki kimse tarafından bilinmemeliydi. tabii kim hile konusunda iblis'in eline su dökebilirdi ki?

yapılan kapsamlı çalışmalar sonucunda bahisler kapanana kadar cehennemde iblis dışında bir kişi bile belirlenen an üzerine bahis oynamamıştı. iblis ise son anına kadar amy'nin yanında oldu. hatta ölümün birkaç dakika erken gerçekleşeceğini fark ettiğinde kalp masajı bile yaptı. ne var ki, amy 23.07.2011 günü, saat 15.53.35'te son nefesini verdi.

o anda iblis'in cinleri tepesinde değildi. hepsi saklanmak için şeytanın bile aklına gelmeyecek bir yer aramakla meşguldü.

.......

amy'nin mezarına tükürdükten sonra cehenneme geri dönen iblis'in ilk işi bahis kayıtlarını kontrol etmek oldu. ölüm anını tutturan sadece bir kişi vardı ve bu kimsenin gözüne çarpmamıştı. işin garibi, bahis "cehennemin kraliçesi" ismini kullanan biri tarafından oynanmıştı ve aptal zebaniler bunu bile farketmemişti.

birkaç gün boyunca cehennemde büyük bir kıyım yaşandı. sorumlu zebaniler cezalandırıldı, bahsi oynayanın gerçek ismini öğrenmek için herkes akıl almaz işkencelerden geçirildi. sonunda iblis, kimsenin kendini "cehennemin kraliçesi" diye adlandıracak kadar cesur olmadığına ikna oldu. bu cesareti gösterebilecek kişi ancak bir yaşayan olabilirdi. yaşayanların ise saniyeler üzerinden bahis oynama hakkı bulunmuyordu.

çözülemeyen her şey gibi bu da "allah'ın hikmeti" isimli dosyaya kaydedildi ve rafa kaldırıldı. ta ki, birkaç gün sonra amy winehouse görkemli kanatları ve ateşten tacıyla cehenneme ayak basana kadar.

.......

- sarayını iki saat içinde boşaltmanı istiyorum.
- asıl ben senden bir açıklama istiyorum.
- çok basit. azrail'le bir anlaşma yaptım. benim yerime bahis oynadı, belirlediğimiz anda ruhumu aldı ve şu anda cehennemdeki bütün ruhların sahibi benim. senden ve aptal oyunlarından sıkılmış olmalı. şimdi, anahtarlar lütfen.
- harika bir plan, tebrik ederim. burayı boşaltmadan önce kısa bir telefon görüşmesi yapmama izin verir misin?

iblis'in tanrı'yı aramasının nedeni azrail'ı şikayet etmek değildi. tanrı her şey gibi, meleğinin bahis oynadığını da zaten biliyordu. ama iblis, tanrı'nın ondan ne istediğini öğrenmeliydi.

- amy burada. planın ne?
- muhtemelen ne olduğunu tahmin etmişsindir. azrail dünyayla çok fazla iletişim içinde olduğundan bazı arızalar göstermeye başladı. orta doğu'da gereğinden fazla insan ölünce, hatta senin şu bahis oyununa ne kadar hevesli olduğunu görünce, biraz senin yanında takılmasının iyi olacağına karar verdim.
- azrail buraya mı gelecek?!
- sadece birkaç bin yıllığına. onu en iyi şekilde ağırlayacağından eminim.
- amy ne olacak?
- bilmem? istersen gramofon olarak kullan, gerçekten harika şarkı söylüyor.

telefon kapanırken, amy'nin beklediği noktada küçük bir patlama oldu. son zamanlarda vücudu o kadar küçük kalmıştı ki, cehennem tarzı bir ışınlanma için kibrit alevi bile yeterli olacaktı.

patlamayla birlikte amy winehouse kendini işkencelerden işkence beğenen eski azrail'in yanında buldu. kabarık saçlarındaki alevler kafa derisine ulaşırken, elinde neden bir ipod olduğunu merak ediyordu.

28 Haziran 2011 Salı

imamın ordusu

"bizi seçerseniz, cennet'in ırmakları ab-ı hayat yerine şarap akacak!"
alkışlar...

"asıl bizi seçerseniz, cennet bahçesi'nde tapulu eviniz olacak!"
alkışlar... alkışlar...

anlayacağınız, işi gücü olmadığı için televizyona saran cennet halkı da siyasetten nasibini almıştı. özellikle suriye'den gelenlerin demokrasi propagandaları yerini bulmuş, cennet kendi içinde 5 tane parti çıkarmıştı. tanrı ve melekler ise ellerinde çekirdekler ve bisküvilerle olan biteni izliyor, birbirlerine ikram ediyor, gülüşüp şakalaşıyorlardı. hiçbirinin müdahale etmeye niyeti yoktu. tanrı neler olacağını zaten biliyor, melekler ise emir gelmedikçe herhangi bir şey yapmayı akıllarına bile getirmiyordu.

en güçlü iki partiden birinin başında bektaşi, diğerinin başında mimar sinan bulunuyordu. ikisi de kendi zevklerine ve becerilerine göre çılgınca projeler uydurmakta sınır tanımıyorlar, cennet ahalisini yalanlarına inandırabilmek için şekilden şekle giriyorlardı. ne de olsa demokraside gerçekleştirilemeyecek şeyleri uydurmak da serbestti. kim daha iyi uydurur, halkı daha iyi ikna ederse, sözünü tutmamak onun hakkı sayılıyordu.

melekler herhangi bir hamlede bulunmasalar da meraktan çatlayacak duruma gelmişlerdi. bir şekilde işleri çıkar da sonunu izleyemezler diye endişeleniyorlardı. en meraklılardan biri dayanamadı, gözünü bahçede cereyan eden mitingden ayırmadan, iki çekirdek arasında tanrı'yı dürttü.

"şimdi bunlardan biri seçilirse komutan mı olacak?"

tanrı istifini bozmadı, omuz silkmekle yetindi.

"yoo..."

ilk melekten cesaret alan iki numara ortaya daha radikal bir fikir attı.

"nasıl olacak yani? senin yerine mi geçecek?"
"yok canım, olur mu öyle şey?"

üçüncü bir meleğin aklına yaratılan ilk insan geldi. tanrı onu meleklerden üstün tutmuş, o maymundan bozma çamur parçasına secde etmeyenleri cennet'ten kovmuştu. yerlerinin yine tehlikede olduğunu, tanrı'nın seçimden galip çıkanlara melek kanatları vereceğini düşündü. o aşağılık yaratıklarla aynı statüde olmayı kabul edemeyeceğini içinden geçirirken, bir anlık şüpheye düştü ve kendini cehennem'de buldu.

diğer melekler gözlerini miting alanından ayırmadıkları için bunu fark etmediler. en militaristlerinden biri hevesle sordu:

"e, ne olacak peki? cehennem'e savaş falan mı açacaklar?"
"tabii ki öyle bir şey olmayacak."
"biri cehennem'i de cennet'e katacaklarını ve artık kardeşçe yaşayacağımızı söylüyordu ama?"
"yapamaz ki. inanmadın herhalde buna?"
"inanmaktan değil de... ya tanrım, uzatmadan söylesene, şu seçimler sonucunda ne olacak?"

tanrı çenesindeki sakalları keyifle çekiştirdi. gülümseyerek, "bir şey olacağı yok," dedi, "kendi aralarında eğleniyorlar işte..."

--------

cehennem'e düşen melek iyice feleğini şaşırmıştı. burada işler hiç de uzaktan izlediği gibi değildi. dumandan göz gözü görmezken, işkencenin boyutları sadece yükselen çığlıklardan anlaşılıyordu. duman da bir tuhaftı. kokusu ne kükürde benziyordu ne de mangala. melek ciğerlerini çıkarırcasına öksürürken bir zebani dumanların arasından fırladı, önünü görmediği için meleğe çarptı. ikisi de düşüp bir süre yuvarlandılar.

durdukları zaman melek neler olduğunu öğrenmek için, aldığı cennet terbiyesiyle "afedersiniz" diye cümleye başladı. zebani hemen "affetmek allah'a mahsus" diyerek meleğin lafını böldü, elindeki copla allah ne verdiyse vurmaya başladı. meleğin sırtı, bacakları, kafası aldığı darbelerle yamulurken, zebani bir anda normal bir insanla uğraşmadığını fark etti. vurmayı kesti, tek kaşını kaldırıp meleği süzmeye başladı.

"ne yapıyorsun sen burada?"
"ben de onu soracaktım ama bırakmadın ki be mübarek!"
"kusura bakma, biz de görevimizi yapıyoruz."
"öyle olsun baka..."

meleğin cümlesi bu kez de dumanların arasından uçarak gelen bir taşla kesildi. cop darbelerine karşı bir şekilde ayakta kalmayı başaran melek, alnının ortasına isabet eden taşla yere yığılıverdi.

gözlerini açtığında devasa bir odadaydı. birkaç zebani ve iblis'in bizzat kendisi başına eğilmiş, merakla meleğin kendine geleceği anı bekliyordu.

"hah! uyandı sonunda!"

iblis gülümseyerek meleğin suratına nah yaptı.

"bu kaç?"
"sen onu al da... çerçeveletip duvarına as! terbiyesiz!"

zebanilerin zevzek gülüşleri arasında melek ayağa kalktı. yaraları sarılmış, suyu ve ağrı kesicileri yanına bırakılmıştı. iyice kendine gelince iblis’le masaya geçtiler.

"ne oldu, anlat bakalım. nasıl düştün buraya?"
"cennet'te işler çok karışık. sanırım tanrı insanlara da bizim kanatlardan vermeyi düşünüyor. bundan şüphelenirken kendimi cehennem'de buldum."
"enteresan... tanrı neden insanlara kanat versin ki?"
"cennet'te bir seçim yapılıyor. kazananlar melek olup buraya saldıracaklar sanırım. pankartlardan birinde 'cennet cehennem kardeştir, ayıranlar kalleştir' yazdığını gördüm. parti başkanı da onayladı, 'cehennem'i de buraya getireceğiz, kardeş kardeş yaşayacağız' dedi. bunun için de meleklerin ne yaptığını biliyorsun, barışı sağlamak için orduyla giriyoruz biz. başınız belada yani."

iblis kaşlarını çattı. meleğin anlattıkları mantıksız değildi. tek anlayamadığı, cennet'te neden bir seçime veya yeni bir orduya gerek duyulduğuydu. hiçbir hazırlık yapmadan girseler cehennem'i terlemeden alırlardı ama tanrı ve iblis arasındaki anlaşma nedeniyle durup dururken saldırmıyorlardı. bu işte bir gariplik vardı.

"bunu biraz düşüneyim ben. sen takıl burada. bir şeye ihtiyacın olursa kapıdaki zebaniye haber ver, dışarı çıkma."
"tutsak mıyım yani?"
"ne olduğunu şimdilik bilmiyorum, tanrı'nın sınavlarından biri bile olabilirsin. ama burada kalman güvenliğin açısından daha iyi. ya da istersen çık ama dışarıda çiğ çiğ yerler seni, söylemedi deme."

melek kulenin penceresinden dışarı bakınca iblis'in ne demek istediğini anladı. ne zebanilerin ne de insanların çocuklara bile merhamet göstermedikleri bu yerde meleği de bayrak direğine oturtmaktan çekinmeyecekleri belliydi.

-------------

"olm n’aptınız cennet'e? ben size uğraşmayın şunlarla demiyor muyum ya?"
"abi, belamı ver ki bir şey yapmadık! bak deccal'ın başı üstüne yemin ediyorum ya!"
"ulan ne diye saldırıyor bu pırpırlar bize o zaman?!"

iblis kara kara düşünüyor, yine de mantıklı bir neden bulamıyordu. anlaşmanın süresinin dolmasına daha çok vardı. zebaniler de aradan geçen yüzyıllar içinde iyice olgunlaşmış, meleklerle uğraşmaktan vazgeçip kendi işlerine bakar olmuşlardı. öyle eskisi gibi cennet'in zilini çalıp kaçma, melekleri köşeye kıstırıp ilahileri tersten okutma gibi haytalıklar geride kalmıştı. ki o zaman bile tanrı sadece "çocuklarına hakim ol, cehennem'i başına yıktırtma" diye mesaj gönderirdi. iblis de artistlik yapar, karizmasını çizdirmeden şeytan tüyüyle olayı tatlıya bağlardı ama işin doğrusu, savaş çıkmasından her zaman korkmuştu. çünkü tarihin başlangıcından beri bilinen iki gerçek vardı: birincisi, babaya el kaldırılmaz. ikincisi ise, meleklerin babası iblislerin babasını döver.

"elçi mi göndersek, ne yapsak?"
"tavsiye etmem. bize elçi gönderdiklerinde kafasını kesip geri yolluyorduk."

kendi kendine düşünürken araya giren yabancı ses iblis'in irkilmesine neden oldu.

"sen kimsin lan?"
"osmanlı sultanı, bağdat fatihi, deli mustafa oğlu murat'ım ben."
"manyak mısın sen kardeşim?"
"ayağını denk al iblis efendi! karşında koskoca padişah var!"
"asıl sen ayağını denk al dümbük! senden büyük iblis var! tabii ben bile elçinin kafasını kesip gönderecek kadar ileri gitmedim hiç. niye yaptın ki böyle bir şey?"
"koltuk benim değil mi? ister asarım, ister keserim."

iblis kaşısındaki adamı hiç sevmemişti ama bu özgüvenin eğlenceli bir tarafı da yok değildi. kanuni'nin soyundan geldiklerini hemen belli ediyordu bu tipler.

"eee, ne öneriyorsun peki murat paşa? onlar harekete geçmeden saldıramayız, dediğine göre elçi de gönderemeyiz. ne yapacağız şimdi?"
"cennet'e tebdil-i kıyafet gireceğiz elbette. ne yaptıklarını tam olarak öğrenelim, sonra saldırıp iki ayda alırız kısmetse."

"adam cidden kafayı üşütmüş burada," diye düşündü iblis. verdiği fikir için teşekkür ettikten sonra zebanilerden birini çağırıp murat'ın kafasını aklı başına gelene kadar kaynar suyla ısıtmasını söyledi. sonra da cennet'te rahatlıkla dolaşmasını sağlayacak kılığı hazırlamak üzere ayna karşısına oturdu.

---------

"büyük imam gelecek. anlattıkça ağlatacak, ağlattıkça anlatacak. allah izin verirse dünyada gaflete düşmüş kardeşlerimizi onun önderliğinde doğru yola sokacağız inşallah. dünyanın cümle köşesinden iman sahiplerinin dualarıyla yükselecek, o nurlu yüzüyle cehennem'i de yola getirecek. bana oy verin, büyük imam gelene kadar cennet'in en güzel köşesinde ona layık bir köşk hazırlayalım! bana oy verin, büyük imam önderliğinde allah korkusunu tüm kalplere yayalım! bana oy verin, yalnız kendimizi düşünmek yerine allah adına tüm insanlığı hidayete taşıyalım! ey yüce allah'ım şefahatini esirgeme bizden! imamı bir kez daha liderimiz olarak görmeyi nasip et ya rab!"

yaşadığı zaman büyük imamdan hitabet ve anlamlı ağlama teknikleri eğitimi alan parti başkanı bağırdıkça kendinden geçiyor, kendisini huşu içinde izleyen kalabalığı ağlamaktan helak ediyordu. tam tecvite uygun tonlamayla yeni bir paragrafa geçeceği sırada kürsüye yaklaşan ak saçlı, nur yüzlü adamı gördü. ne söyleyeceğini unutup gözlerinde yaşlarla ayaklarına kapandı.

"hocam!"
"kalk kalk, konuşacaklarımız var."
"sizi görme şerefini biz aciz kullarına bahşettiği için allah'a binlerce şükür! ama sizi henüz beklemiyorduk, vefatınızdan haberimiz bile olmadı. ah dilim tutulsaydı da şu seçime katılmasaydım! ah son anlarınızda dualarımla yanınızda olsaydım!"
"tamam, uzatma. burada neler oluyor, onu anlat."
"demokrasi diye bir şey çıkardılar hocam. bu aralar orta doğu'da çok modaymış, herkes demokrasi istiyormuş. o kıt akıllarıyla eylem yapmaya kalktılar, seçim isteriz diye tutturdular. baktık işler çığrından çıkıyor, yüce rabbimiz de sonsuz inayetiyle bunlara göz yumuyor, onun adına muhalefet etmeye karar verdik. şimdi diyoruz ki öyle demokrasiyle memokrasiyle olmaz, allah'ın dediği olur. yakında siz özgür irade de istersiniz, iyice dinden çıkarsınız diyoruz. herkesi sizin öğretileriniz altında toplamaya ve doğru yola sokmaya karar verdik inşallah."
"cehennem’e saldıracakmışsınız?"
"o kısmı seçim propagandası olarak bizzat ben buldum. ama hayırlısı tabii, seçimden sonra belli olacak. allah izin verirse cehennem'dekileri de imana getirmek istiyoruz inşallah."
"allah izin verecek mi peki?"
"henüz bir şey söylemek için erken. şu seçimler bitsin de... kazanırsak başvurumuzu yapacağız."

iblis olan bitenin farkına varmıştı. anlaşılan tanrı yine kullarıyla oynuyordu. seçimler sonucunda hiçbir şey değişmeyecek, sadece fazla havaya girip işi şirk koşmaya kadar götürenler cehennem'e gönderilecekti. içi rahatlayan iblis "haydi hayırlısı bakalım" diyerek cehennem'e dönmek üzere ayağa kalktı.

birden etraf ışıl ışıl aydınlandı, gözleri kör eden bir ışık miting alanını kapladı. iblis'in yanında iki melek belirdi.

"ne işin var senin burada?"

hem hocasını hem de melekleri bir arada gören parti başkanı yine göz yaşlarını tutamadı, hıçkırıklar arasında kesik kesik iblis yerine cevap vermeye yeltendi.

"hocamız bize destek olmak, dünya, cennet ve dahi cehennem'deki her faniyi hak yoluna yönlendirmek için aramıza katıldı. onun sayesinde demokrasi bizi teğet geçecek hamdolsun!"
"sen bu kafayla seçimi zor kazanırsın. biz de iblis'le imam arasındaki farkı sadece yaşayanların görmediğini sanıyorduk..."

dili tutulan parti başkanı bir iblis'e, bir meleklere baktı. dudaklarından sadece "n-n-nasıl" sözcüğü döküldü.

"çok açık değil mi işte? iblis daha güçlü, imam daha beyaz saçlı. hocana bağlılığından hemen kanmışsın. ama üzülme, yaşayanlar da bu hatayı çok yapıyor."

iyi polis rolündeki melek sözünü bitirirken, diğer melek kötü haberi verdi.

"hocana çok bağlandığın gözümüzden kaçmadı tabii. bütün o gözyaşları, iltifatlar... onun yanında çok mutlu olacağına karar verdik. imam buraya giremeyeceğine göre seni cehennem'e göndereceğiz. hatta şimdiden gönderiyoruz ki ona layık bir yer hazırla. kaç yaşında oldu, gelişi yakındır."

parti başkanı daha fazla dinleyemedi, oracıkta bayıldı. iblis de neden orada olduğunu açıkladı, yanlış anlaşılma için özür diledi. cehennem'e gönderilecek parti üyelerinin tam listesini seçimlerden sonra ileteceklerini söyleyen melekler iblis'i cennet'in kapısına kadar geçirdiler.

--------

iblis odasına girdiğinde cennet'ten kovulmuş melek sıkıntıdan uyuyakalmıştı. günaha girmemek için kütüphanedeki kitaplara bile bakmamış, aklına kötü düşünceler sokar diye kapıdaki zebaniyle tek kelime konuşmamıştı. kapı açılınca uyanıp hemen "ne zaman geri dönüyorum?" diye sordu.

"aaa ben seni unuttum ki. sen niye gelmiştin buraya?"
"bilmiyorum. şüphelendiğim için herhalde."
"o zaman geri dönmen zor. zaten tanrı kimseyi cehennem'e boşuna göndermez. bence buraya bir kere girdiysen umudu geride bırak."

meleğin bütün hevesi o anda söndü. olduğu yere yığılıp çaresizce ağlamaya başladı.

"rica ederim ağlama. bugün ağlayan insan görmekten gına geldi zaten. ayarlarız bir şeyler."
"ne ayarlayacaksın? cennet'ten kovuldum artık, hiçbir şeyin anlamı kalmadı!"
"sana görev verebilirim. hem cennet'tekinden pek farklı da değil. burada da emirlere uyarsın, biri laf ederse 'ben sadece görevimi yapıyorum' dersin, ölmen gerekirse ölürsün."
"tanrı'nın askerinden şeytan'ın polisine mi dönüşeceğim yani?"
"neden olmasın? hem üniformalarımız da daha güzel."

melek ikilemde kalmıştı ama biraz düşününce teklif aklına yattı.

"tamam, kabul. ne zaman başlıyorum?"

iblis dostane bir tavırla meleğe yaklaştı, elini omzuna atıp yürümeye başladı.
"yakında. ama önce biraz pişmen lazım. malum, burada cennet'tekinden daha yaratıcı olman gerekiyor."

bu arada pencereye iyice yaklaşmışlardı. iblis meleği tuttuğu gibi aşağıdaki isyanın ortasına attı. kapıdaki zebani bile buna şaşırmıştı. iblis'in ne kadar usta bir yalancı olduğunu düşünerek sırıttı, "gerçekten çok iyi numaraydı efendim" diyerek patronunu tebrik etti. iblis kaşlarını kaldırıp "numara değildi," dedi, "gerçekten sizden biri olacak."

"o zaman niye aşağı attınız ki? o vahşiler melek falan demez ciğerlerini sökerler."
"öyle olsun zaten. akıllarına gelen her kötülüğü üzerinde uygulasınlar ki öğrensin. sizin gibi psikopatların kolay yetiştiğini mi sanıyorsun? bu da onun eğitimi."

zebani uzaklara bakmadı, geçmişini hatırlamadı. sadece kayıtsızca omuz silkip yeni görevini beklemeye başladı. cehennem'e giren kim olursa olsun, bir süre sonra kalbi mutlaka taşlaşırdı.

24 Nisan 2011 Pazar

therapy?

insanlar öldükten sonra, yaşayanlar onları ebedi istirahatlerine göndermek için inançlarına veya geleneklerine göre bazı işlemler yaparlar. bazı insanlar gömülür, bazıları yakılır, bazılarının ardından dualar okunur. ölüler bunların hiçbiriyle ilgilenmez, yapılan işlemlerin hiçbirini hissetmezler. ruh bedenden ayrıldıktan sonra bir bekleme odasına, yani yaşayanların tanımıyla araf’a gönderilir. burada sorgu meleklerini bekler ve sıraları geldiğinde, yaşamları hakkında konuşacakları odalara alınırlar.

bazı ölüler için sorgu odaları cehennem’in giriş kapısıdır. öldükleri zaman kendilerini hiç suçlu hissetmeseler de sorgu odalarında tüm yaşamları, en ince detaylarına kadar gözlerinin önüne serilir. hayatın gözlerin önünden bir film şeridi gibi geçtiği alan burasıdır.

sadece burada gösterilen kurguları yapmak ve makaraları sarmak için çok işçiye ihtiyaç duyulduğundan, film makinistleri ve film editörleri öldükten sonraki hayatlarının tamamını araf’ta geçirir, cennet ya da cehenneme gönderilmezler. işini seven makinistler için araf cennet’e, sevmeyenler içinse cehennem’e dönüşür.

bazı ölüler araf’tan büyük bir rahatlamayla çıkarken, bazıları da umudu geride bırakır ve cehennem’in devasa kapılarına doğru ürkek adımlarla yol alırlar.

korkuları uzun sürmez. araf’ta belirlenen ihtiyaçlarına göre, onları cehennem’in kapısında bir terapist karşılar. cehennem'e uyum süreci de ölüm sonrası yaşamın prosedürlerinden biridir.

hayatta olduğu gibi cehennem’de de terapistler hastalarını umutsuzluktan kurtarmaya, depresyondan çıkarmaya çalışırlar. çünkü büyük ruhsal acılar içinde kıvranan insanlara fiziksel acı çektirmek cehennem sakinlerini yeteri kadar eğlendirmez. burada psikologların görevi, ölüyü yeniden acı çekebilecek duruma getirmektir.

---------------

edie sedgwick’in ölümü, ne yaşayanlar ne de ölüler arasında şaşkınlık yaratmıştı. oldukça hızlı yaşanan bir gençlik dönemi sonucunda 35’ini bile göremeyeceği herkes tarafından biliniyordu. buna rağmen sorgusu biraz zor geçmiş, melekler edie’nin gerçekten suçlu olup olmadığını anlamak için hem derinlere inmek hem de yüzeysel davranmak zorunda kalmıştı. edie 28 yaşında aşırı dozda alkol ve ilaç alarak ölmüştü. bunun nedeni babası, andy warhol ve bob dylan ile yaşadıkları mıydı; yoksa pek çoklarına göre şanslı bir kız olmasına rağmen, bir yetişkin olmayı becerememesi miydi; buna karar vermek zordu.

sonunda melekler edie’yi, tayt modasını yaratan kişi olduğu için cehenneme göndermeye karar verdiler.

ancak sorun burada da bitmiyordu. edie’nin vücudu anoreksia nedeniyle son derece kırılgandı. bunun üzerine edie, buhranlarından alkol, uyuşturucu ve seksle kurtulmaya çalışmış, ruhunun acısını dindiremese de bedenini neredeyse tamamen hissizleştirmeyi başarmıştı. üstelik aşırı dozda uyuşturucuyla ölmesi nedeniyle kafası hala iyiydi. vücuduna yapılacak hiçbir işkenceyi hissetmeyecekti. detoks sürecinden geçip bedenen yeniden hissetmeye başlasa bile, ruhundaki yaralar nedeniyle fiziksel acı yeterli etkiyi göstermeyecekti.

bu nedenle edie, cehennem’e girer girmez rahat bir koltuğa oturtularak terapistinin karşısına çıkarıldı.

terapist edie’ye güler yüzle “hoş geldin” dedi. edie ona bomboş gözlerle baktı, sonra bakışlarını kucağına çevirdi. terapist, iletişimi başlatması gereken kişinin kendisi olduğuna karar vererek planı anlatmaya koyuldu.

- sadece 28 yaşındasın. bu kadar acı çekmiş olman düşündürücü.

aslında terapist bunda pek de düşündürücü bir şey göremiyordu. kariyerine bakılırsa, bu kızın tek yapması gereken güzel görünmek ve sağ adımını sol adımının önüne atmaktı. modellerin yaşadığı stres ona her zaman anlamsız gelmişti. yine de başlangıçta bunları söylemekten kaçınması doğru olacaktı.

- birkaç haftamızı birlikte geçireceğiz. vücudun alkol ve uyuşturucudan arınacak. bu süreci rahat ve acısız atlatman için elimizden geleni yapacağız.

edie gözlerini yavaşça kaldırarak terapistine baktı. “yoksa cehennem’de değil miyim?” diye düşündü.

- çok yakında sağlıklı beslenmeye başlayacaksın. vücudun kendini toparlayacak. artık kalbinin bir anda durmasından endişelenmene gerek yok, ne de olsa ölüsün. ama burada kafanın sağlam olması çok önemli. seni buradan sağlıklı düşünme yetini yeniden kazanman çıkarak. sağlam kafa sağlam vücutta bulunduğuna göre...
- buradan çıkmak mı?
- evet, elbette. sonsuza kadar cehennem’de kalacağını düşünmüyordun, değil mi?
- aslında düşünüyordum. burada sonsuza kadar acı çekeceğimden emindim.
- şu anda acı çekiyor musun?
- şey... hayır.
- o halde cehennem hakkında bildiklerini bir kenara bırakalım. başkalarından dinlemek ve gerçek olanı yaşamak çok farklı şeyler. varsayımlara değil, yaşayarak öğrendiklerine tutunman gerekiyor.
- acı çekmeyecek miyim yani?
- buna terapinin ilerleyen zamanlarında döneceğiz. şu anda acı çekmiyor olman yeterli. sonuçta tüm yaşamın birbirini izleyen anlardan oluşur. yaşayabileceğin ise sadece bunlardan bir tanesidir. şimdi yaptığın gibi. geçmiş ve gelecek bizim sonraki aşamalarımız. şimdi detoksuna odaklanalım.

geri çekilme etkileri görülmeye başladığında edie’yi kimyasal bir komaya soktular ve fiziksel acı çekmesini engellediler. edie tekrar uyandığında tertemiz hissediyordu. sanki uyuşturucuların beyninde neden olduğu hasar bile ortadan kalkmış, tüm hücreleri yenilenmişti. her gün terapistiyle konuşuyor, iyileşmek için elinden geleni yapıyordu.

- bu işin stresiyle ilgili değil. daha önce anlattığım gibi, benim sorunlarım çocukluğuma dayanıyor. fuzzy hiçbir zaman sağlıklı bir baba figürü olamadı. düşünsene doktor, fuzzy diye baba mı olur? daha sonra tanıştığım her erkekten beni parasıyla değil, sevgisiyle beslemesini bekledim. biz modeller ciddi bir sevgi açlığı çekeriz, bunu biliyor muydun?
- filmlerde hep öyle gösteriliyor. gia’nın da tek aradığının sevgi olduğunu bir filmde izlemiştim.
- güzel ve medyatik olduğumuz için kimse bizi yatağa atmaktan fazlasını düşünmez. aklımızın ve duygularımızın olduğunu akıllarına getirmezler bile. emin ol, modeller dik yürümekten daha fazlasını yapabilecek akla ve yeteneğe sahip. herkes bizi boş kafalı gördüğü için çözümü alkol ve uyuşturucuda aramamız pek tuhaf olmasa gerek.
- hmm... hiç böyle düşünmemiştim. devam et lütfen.

tedavi bir süre daha devam etti. edie ailesiyle ve andy warhol’la yüzleştirildi. yaşadığı her şeyin geride kaldığını kabullenmeyi başardı. bob dylan’ı bile affetmişti. bob ölüp de onların arasına katıldığı zaman ilk işi onu affettiğini ve onun tarafından bağışlanmayı dilediğini söylemek olacaktı. iyi hissediyordu. çok mutlu olmasa da geçmişini geride bıraktığını ve gelecekte karşılaşacağı her şeyle elinden geldiğince başa çıkabileceğini biliyordu. ayrıca birinen de hoşlanmaya başlamıştı. birlikte uzun yürüyüşlere çıkıyorlar, cehennem’in uçsuz bucaksız manzarasını izlerken hayallerini paylaşıyorlardı.

terapinin son günü gelip çatmıştı. edie doktoruna veda edecek ve cehennem’deki yeni hayatına başlayacaktı. birbirlerine sarıldılar. ancak edie geri çekilmeye çalıştığında doktoru onu bırakmadı. giderek daha sıkı sarılıyor, boynunu ve omuzlarını ısırıyordu. gözlerinde o ana kadar görülmemiş bir pırıltıyla edie’yi divana itti ve aceleyle pantolonunu çıkarmaya başladı. kemerini bir kırbaç gibi kaldırdığı sırada üç çatallı bir mızrak bileğine saplandı ve onu duvara çiviledi.

içeri giren zebani gülüyordu.

- doktor ve hasta ilişkileri konusunda sana gerekli bilgiyi vermiştik sade. fantezilerini hastalarının üzerinde uygulayamayacağını biliyorsun.
- hastalarım dışında kimseyle konuşmama bile izin vermiyorsunuz ki!
- ne bekliyordun ki? buraya cezalandırılmak için getirildin!

edie şaşkındı. doktorunun ona tecavüz etmeye çalışmasının ötesinde, onun da cehennem’de ceza çektiğini öğrenmek büyük bir şoka neden olmuştu.

- edie! bunca zaman doktorunun adını bile sormadın mı? karşındaki adam marquis de sade. sizi izliyor olmasaydık kitaplarında yazdığı her şeyi senin üzerinde de uygulayacaktı. seni iyileştirdiği için onu ödüllendirmek istemedik.
- teşekkür ederim. beni korkunç bir travmadan kurtardınız.
- hala anlamıyorsun, değil mi? seni hiçbir şeyden kurtarmadık. buradan çıktığında aynı şeyleri yaşayacaksın. sonsuza kadar. baban seni yine taciz edecek. andy yine seni kullanacak. ayrıca zebaniler sana aklına gelmeyecek şekillerde işkence edecekler.
- bu kadar tedavinin ne anlamı vardı o halde?!
- modellerin aslında akıllı olduğunu söyleyen sen değilmişsin gibi aptalca sorular soruyorsun edie. ölmüş birini anoreksiadan kurtarmanın ne anlamı olabilir ki? öldükten sonra gerçekten çekilme yaşayabileceğini aklın alıyor mu? ölü birini kimyasal komaya sokup yeniden öldürmenin saçmalığını görmüyor musun?
- ama uyuşturucu yoksunluğunun etkilerini hissetmeye başlamıştım!
- hayır, öyle bir şey olmadı. sade ruhunu buna hazırladı ve sen yaşarken hissetmen gereken şeyleri kafanda kurarak hissediyormuş gibi yaptın. bir çeşit plasebo. tabii işe yaraması için senin de buna inanman gerekiyordu.
- bana yalan söylediniz! hepiniz!
- iblis, "yalanların efendisi" olarak da bilinir. tabii ki sana yalan söyledik. bedenindeki sorunlar sen öldüğünde ortadan kalktı. elimizde sadece ruhun kaldı. onu iyileştirip yeniden acı çekebilecek duruma gelmeni sağlamalıydık, bu yüzden vücudunu iyileştiriyormuş gibi yaptık. şimdi ruhun, yaşarken tahmin bile edemeyeceğin acılarla karşılaşacak. ve sen bunların hepsini hissedeceksin.

zebaniler edie’yi işkenceye götürürken marquis de sade bileğini kurtarmaya çalışıyor ve “en azından izlememe izin verin!” diye ciğerlerini parçalarcasına bağırıyordu.

zebani çıkıp kapıyı kapadıktan sonra biraz daha çırpındı. bileğine saplanan çatalı çıkarmayı başardı ve hemen koşup kapıyı zorladı. açılmıyordu. sonsuza kadar bu odada kalacak ve zevk aldığı hiçbir şeye göz ucuyla bile bakamayacaktı.

iyice sakinleştikten sonra kapının çalındığını duydu. “girin” diyerek sıradaki hastasını içeri aldı. koltuğa oturup boş bakışlarını bileklerindeki kesiklere diken hastasını inceledi. iletişimi kendisinin başlatması gerektiğine karar vererek planı açıklamaya koyuldu.

6 Mart 2011 Pazar

Ahiret Hesabı

Yaşlı adam, yeni sahip olduğu kanatları çırparak gökyüzünde süzülürken "iyi oldu," diye geçiriyordu içinden, "son ana kadar halkıma hizmet etmeyi sürdürdüm."

Aldığı ama gerektiği gibi uygulanmayan hapis cezaları, açtığı hemen her partinin kapatılması, ne ödediği ne de cezasını çektiği trilyonlar artık onu korkutmuyordu. Bütün bunların hiçbir zaman ruhunda ağırlık yapmamış olması bir yana, şimdi o yasal sistemin de dışında, tamamen özgür bir insandı. Yaşamı boyunca Allah'la kul arasına girmeye çalışmış olması biraz sakıncalıydı ama görünen o ki Yüce Rab bunu da affetmişti. Ne de olsa o, her şeyi daha iyi bir düzen için yapmıştı. İnsanları Hak yoluna döndürmek için elbette her şey mübahtı.

Cennetin billur ırmaklarının şırıltılarını duymaya, tüyden hafif ruhu tatlı bir meltemle salınmaya başladığında bulutların üzerine ayak bastı. Yaşamının son yıllarında yürümesini bile engelleyen sağlık sorunları artık geride kalmıştı. Şimdi isterse, Sırat Köprüsü'nden sekerek bile geçebilirdi. Hayatı boyunca Allah'a hizmet etmiş, bu vesileyle halkına hizmette de kusur etmemiş biri olunca, cehennem azabından azade bir ölümü elbette hak edecekti.

Gökyüzüne yükselirken rüzgarla dağılmış olan beyaz saçlarını ve bıyıklarını düzeltti, kanatlarını titretip omuzlarını dikleştirdi ve kendinden emin bir tavırla köprüye doğru yürümeye başladı.

- Pardon, beyefendi. Köprüden geçmeden önce hesabınızı kapattırmanız gerekiyor. Şuradan lütfen.

Yaşlı adamın canı sıkılmıştı. Her ne kadar bir hesap ustası olsa da bankaları yaşarken bile sevmezdi. İnsanı öldükten sonra bile rahat bırakmıyorlardı. Şimdi o kayıp trilyonu çıkarmasalardı ortaya keşke. Allah bile affetmiş, bembeyaz, pir-ü pak kanatlar vermişken bankaların bu işte nasıl bir söz hakkı olabilirdi ki? Cennete girdiği zaman bu konuyu bizzat görüşeceğini aklına not aldı.

Banka, yaşarken gördüklerinden pek de farklı değildi. Genişliğine rağmen insana iç sıkıntısı veren bekleme salonunun önünde gişeler yer alıyordu. Burada da numaralı sistemle çalışılıyor, herkes gişeye teker teker giderek işlemini yaptırıyordu. Gişe memurları normal insan görünümündeydi. Bekleyenlerin ise her birinde, kendisininki gibi kanatlar bulunuyordu. Yüce Allah'a hamdolsun, insanlar kitleler halinde Hak yoluna dönüyordu anlaşılan. Yaşarken gösterdiği çabanın meyve verdiğini, insanlığın İslam çatısı altında birleşip günahlarından uzaklaştığını görmek, bankada olmasına rağmen içini ferahlattı.

Sıra numarasını alırken güvenlik görevlisi yanına yaklaşıp "Hoş geldiniz sayın Erbakan," dedi, "sizin hesabınız gişelerde değil, özel müşteri temsilcimiz tarafından kapatılacak. Buradan buyurun lütfen."

Cennet kapısında bile özel hizmet almak çok hoşuna gitmişti. Her adımında yüzü daha çok gülüyordu. Pürüz sandığı hesap kesimi bile kolayca hallolacaktı. Yaşamında yanında olan Allah'ın inayeti, ebedi hayatında da onunlaydı. Ah... Binlerce şükür.

Genç bir adam olan müşteri temsilcisi tarafından kapıda karşılandı. "İşte!" dedi müşteri temsilcisi heyecanla, "İşte eli öpülesi Necmettin Erbakan sonunda aramızda!"

Erbakan'ın elini öpen müşteri temsilcisi ona oturması için bir koltuk gösterdi. Hemen telefonu açıp yıllardır bekledikleri önemli konuğun geldiğini, bir Türk kahvesi hazırlamalarını söyledi.

- Necmettin Bey, önce size teşekkür etmek istiyorum. Yaşarken kurduğunuz veya kurmaya çalıştığınız sistemler bizim için gerçek bir ilham kaynağı oldu. Yalnız bankamız olarak değil, cennet ve cehennem içinde de sizin çalışmalarınızdan çok yararlanıyoruz.

- Faydalı olabildiysem ne mutlu. Zaten biliyorsunuz, ben dünya hayatıyla ahiret hayatını hiç ayırmadım. Yaşamımda ne yaptıysam bugünleri de düşünerek yaptım. Halkımı da hep böyle davranmaya teşvik ettim. Zaten o nur yüzlü insanların içinde vardı bu. Pek çokları parlayan o nuru hala göremez ama müritlerimin sakallarından değil, kendi körlüklerinden! Patates dinine inanan kafirlerin sizi de beni de anlayamayacağı çok açık. Tabii Allah onlara da yardım etsin, herkesi imana getirsin inşallah. Cihatımızı engellemeye çalışanları da affetsin, hidayet versin.

Müşteri temsilcisi gülümsedi:
- Alışkanlıklarınız değişmemiş. Hala kendinizi Allah'ın işine karışmaktan alıkoyamıyorsunuz.

- Olur mu hiç öyle şey? Ben hep O'nun yolundayım, O'nun kuluyum, isterse elçisi de olurum. Bizzat istemediyse de elçisi oldum, ki bu en büyük sevap.

- Neyse. Biz hemen konumuza geçelim, sizin dosyanız çok kabarık. Birkaç saat içinde toparlayıp sizi de fazla yormadan göndermeye çalışacağım. Zebaniler yıllardır bekliyorlar, onları da daha fazla bekletmeyelim.

- Zebaniler mi? Huriler demeye çalıştınız herhalde?

- Hayır hayır, zebaniler. Sizin bahçeye girmeniz mümkün değil.

- Bahçe derken? Biliyorsunuz, İmam Hatipler bizzat bizim arka bahçemiz. Kimin bahçesini kimden sakınıyorsunuz?

- O bahçe değil Necmettin Bey, cennet bahçesinden bahsediyorum. Öyle boş beleş işlerinizi karıştırmayın lütfen, burada çok ciddi bir konudan bahsediyoruz. Yani kusura bakmayın ama kim takar sizin İmam Hatip'inizi ya da 20'den fazla kez hacı oluşunuzu? Onları konuşacağınız yer burası değil, dünyada yeteri kadar bahsi geçti tüm bunların.

Erbakan sinirlenmeye başlamıştı. Her şey iyi giderken böyle bir tepkiyle karşılaşması rezaletin daniskasıydı. Dalkavukları sağolsun, yaşamında bile böyle terslenmemişti. Konuğunun rahatsız olduğunu gören müşteri temsilcisi konuyu çabucak değiştirdi.

- Size teşekkür borçlu olduğumuz konulara dönelim isterseniz. Dehanızın buradaki sistemi nasıl değiştirdiğini merak ediyorsunuzdur mutlaka. Öncelikle kurduğunuz havuz sistemini inceledik ve çok mantıklı bulduk. Cennet ve cehennemdeki herkesi bir havuzda topladığımız bu sistemde sevapları çok olan, yani kâr etmiş kişiler, fazla olan sevaplarını günahkar, yani zarar edenlerle paylaşacaktı. Böylece her anlamda kâra geçilecek, eğer kalırsa, cehennemde geçirilecek süre kısalacak ve herkes en kısa zamanda cennetteki yerini alacaktı. Ancak insanları sınıflandırmamız ve sistemi buna göre kurmamız gerekiyordu yoksa çok karışıklık çıkacaktı. Tahmin edersiniz, buradaki insan sayısı milyarlarla bile ölçülemeyecek kadar fazla. Buna bağlı olarak, biz de merhumları mesleklerine göre sınıflandırdık. Sizin yer aldığınız sınıf, politikacılar yani... nasıl desem... açıkça söyleyeyim, cennette yeriniz yok Necmettin Bey.

- Cennette nasıl yerim olmaz? Tapu gibi kanatlarım var benim!

- Kanatlar standart prosedür. Ölen herkese yolculuğu hızlandırmak için bir çift veriliyor. Burada ise hesap kapatılırken tüm borçlarınızı ödemenize özen gösteriyoruz. Eh, kefenin de cebi olmadığına göre, verecek kanatlarınız ve ruhunuzdan başka bir şeyiniz kalmıyor. Tabii sizden sadece kanatları alabileceğiz, bu sefer de ucuz kurtuldunuz.

- Görünen o ki siz ekonomiden hiç anlamıyorsunuz. Kesin hesapları da yanlış yapmışsınızdır. Bu kadar basit bir işlemde bile ruhumu hesaba katmamışsınız.

- Yoo, o da hesaplandı. Yaşarken Şeytan'a satmış olduğunuz için bizim kayıtlarımızda geçerliliği bulunmuyor. Biz sadece yaşarken neden olduğunuz maddi ve manevi zararları kapatabiliyoruz, sonsuz ceza ile ilgili konularla bizzat Şeytan Bey ilgileniyor.

- Yine de yanlış hesap! Bahsettiğiniz 1 trilyonluk dava beni cennete taşıyacak bu kanatların bir tüyü değerinde bile olamaz!

- Öncelikle şunu söyleyeyim, sizin 1 trilyonluk dediğiniz dava siz henüz hayattayken bile faiziyle 11 trilyona katlanmıştı. AKP sağolsun, dünyada cezanızı çekmediniz. Herhangi bir geri ödeme de yapmadınız. Şu anda o 11 trilyonun da üzerine çokça faiz binmiş durumda. Yine insaflı davrandık, günde %8 oranıyla hesaplıyoruz. Kaldı ki bu bile ortaya hayli büyük bir meblağ çıkarıyor. Bunun dışında, tek suçunuz kayıp trilyon değil. Biliyorsunuz, o kurduğunuz partiler ne kendi kendine kuruluyor ne de kendi kendine kapanıyor. Bu işin evrakları var, davaları var, rüşvetleri ve yolsuzlukları var... var da var yani. Hepsi para. Sonra bakıyorum... evet, Kudüs Mitingi'nde devlete verilen zararın yanı sıra, sizin propagandalarınızla dolduruşa gelen adamların halka verdiği zarar çok büyük. Haydi o zararı geçtim, bu hamleniz 1980 Darbesi'nin nedenleri arasında gösteriliyor. Burada hem maddi hem de manevi hasardan bahsediyoruz sayın Erbakan. Sanıyor musunuz ki 12 Eylül nedeniyle milyarlarca insanın ahını sadece Kenan Evren aldı?

Müşteri temsilcisi bıyık altından gülerek ekledi:

- Kendisini de sabırsızlıkla bekliyoruz. Onun defteri de, sizinkinden iyi olmasın, bir hayli kalabalık. Şu yargılama işi çıkınca bütün hesaplar değişecek diye heyecanlandık ama tahmin ettiğimiz gibi, bir şey olduğu yok. Neyse. Dosyanızın tahmininizden çok daha dolu olduğunu söyleyeyim, bu bahsi kapatalım.

- Sevaplarımdan hiç bahsetmiyorsunuz? Mesela eğittiğim çocukların da Müslüman halkın da çok duasını aldım ben.

- Haklısınız. Eğitimine katkı sağladığınız çocukların bir kısmı sevap hanenize yazıldı zaten. Ama İmam Hatip öğrencilerini kayırırken hayallerini yıktığınız diğerlerinin bedduaları da görülüyor burada, sevapların bir kısmını götürmüş. Diğer öğrencileriniz, yani şu anda çok önemli yerlerde olanlar konusunda bir yorum yapmak için erken. Duası da bedduası da çok büyük olduğu için sizin hesaplarınıza hiç karışmamalarının daha uygun olduğuna karar verdik. Onların hesaplarını kestiğimiz zaman sizin cehennemde geçireceğiniz sürede bazı oynamalar yapılabilir. Bu bahsettiklerim dışında da çok sevabınız var, şüpheniz olmasın. Ama hem günahlarınız daha fazla hem de havuz sistemi işinizi daha da çıkmaza sokmuş durumda. Kabullenin artık, cennete girme ihtimaliniz yok denecek kadar hiç.

Necmettin Erbakan yıkılmıştı. Oysa her şey ne güzel başlamıştı. Cennete kesin gözüyle bakarken şimdi düştüğü durum ölümden de beterdi.

Bankanın tahsilatı tamamlandıktan sonra kanatsız ve mutsuz olarak dışarı çıktı. İki zebani kendisini bekliyordu. Sırat Köprüsü'ne yönelmişken zebaniler tarafından durduruldu.

- Senin oradan geçmene gerek yok. Nereye gideceğin belli zaten, bankacı çocuk bütün sürprizi kaçırdı. Düşeceğin belli olunca gereksiz masraf çıkıyor biliyor musun? Biz de zaten köprüye vereceğimiz parayı yedik, seni içeri yan yoldan sokacağız. Gel, bu taraftan gidiyoruz.

Uzaklardaki devasa kapıya doğru birlikte yürümeye başladılar. Yolculuğun uzun ve zahmetli geçeceği belliydi. İşin kötüsü, Erbakan'ın ayağındaki damar iltihabı yine nüksetmiş, çok yakında başlayacak işkencesinin habercisi olmuştu. Bu arada üçüncü bir zebani de elinde üç paket kızarmış patatesle gruba katıldı. Zebaniler az önce Erbakan'ı dürterken kullandıkları çatallarıyla patateslerini yerken, biri elindeki paketi ona da uzattı.

- İster misin? Mutlaka tadına bak. O kadar lezzetli ki, insanı dinden çıkarır.