önce söz vardı. kulaktan kulağa taşınır, tanrıları birbirine düşürür, türlü türlü saçmalığa davetiye çıkarırdı. yunan'ı olsun, kelt'i olsun, tüm tanrılar dedikodu yapardı. her kültürde bir tufan hikayesinin olması, çoğu yaradılış öyküsünün benzer şekilde başlaması bu yüzdendir.
o zamanlar, daha insan icat edilmemişken, cennet günden güne güzelleşen bir bahçe, cehennem kendi yağıyla kavrulan minik bir ticarethaneydi. tanrı bütün günü bahçesinde düşünerek geçirir, yaratma isteğine göre domates, salatalık, maymun, kedi gibi canlılar ekip biçerdi. yarattığı her şey bir ihtiyacı karşılardı. ancak tanrı'nın amacı faydalı olmak değildi. yaratmak onun için bir hobiydi. bu nedenle, ortaya çıkardığı her şeyi, isteyenlere karşılıksız verirdi.
iyi bir tüccar olan şeytan ise tanrı'nın bu huyuna anlam veremezdi. tanrı sürekli inanılmaz şeyler yaratırken, ahlak anlayışı karşılıksız alımları kabul etmeyen şeytan, ondan bir şey istemeye tenezzül etmezdi. satama'dan* getirdiği eşyaları pazarlar, kendi çapında geçinip giderdi. ne var ki, şeytan'ın gözü, tanrı'nın yarattığı ilginç bir objedeydi. bizzat tanrı'dan almak yerine, takas edebilmesi için onu birilerine vermesini sabırsızlıkla bekliyordu. henüz kimsenin almak istemediği, ne işe yaradığını bile bilmediği bu obje bir telefon kulübesiydi. şeytan'a göre herkesin dedikodu ihtiyacını karşılayacak müthiş bir icat olmasına rağmen, şimdilik bahçenin güzelliğini bozmaktan başka bir işe yaramıyordu.
bir gün tanrı bahçesinde oyalanırken tuhaf bir şey yarattı. bu yaratık, bitkiler gibi uzundu ve dik duruyordu ama onların aksine hareket ediyordu. hayvanlar gibi gürültücü ve yumuşaktı ama onlar gibi tüylü değildi. oldukça biçimsizdi. çirkin bile sayılabilirdi. tanrı, yeni eseriyle iletişim kurmaya çalışırken, onun her şeye merakla baktığını, kafasını bir an başka yöne çevirdiğinde ise bir şeyleri kurcalamak için kaçtığını fark etti. "zaten beğenmemiştim, ne yaparsa yapsın" diyerek evine girecekken, bahçeden yükselen gürültü bundan sonra hayatın pek kolay geçmeyeceğinin habercisi oldu. gürültünün kaynağına gidip yaratığı bulduğu zaman karşılaştığı sahne endişe vericiydi. aptal yaratık ağaç dallarını birbirine sürterek ateş yakmış, hem hayvanları korkutmuş hem de bitkilere zarar vermişti. yangını söndürmek için ateşe taş, çiçek, tavşan, ne bulursa atıyor, bir anlamda güzelim bahçenin içine ediyordu. tanrı bir nefeste yangını söndürüp "ne yapıyorsun be adam?!" diye gürlediğinde durdu, " adam benim adım mı?" diye sordu.
- eeaaa... şey... evet. sanırım. (iç ses: yani... neden olmasın?)
- adam ne demek?
- şey demek... insan demek. (iç ses: insan ne .mına koyim, öyle yaratık ismi mi olur?)
- insan nasıl bir şey?
- sensin işte?
- kendimi göremiyorum ki. nasıl bir şeyim ben?
- ön ve arka ayakların var ama arka ayaklarının üstünde denge sağ...
- hiçbir şey anlamıyorum. nasıl bir şeyim ben?
- anlatıyorum işte, dinlersen...
- anlatmakla olmaz. nasıl bir şeyim ben?
- böyle işte gövden...
- böyle işte demekle olmaz. nasıl bir şeyim ben?
- ya işte düşünüyorsun, soruyorsun, konuşuyors...
- ya işte demekle olmaz. nasıl bi...
şımarık çocuğuna sinirlenen tanrı, adam'ın ağzına öyle bir tokat aşketti ki, bedeni bahçenin bir yanına uçarken, ruhu olduğu yerde kaldı. birbirlerinden bağımsız hareket etmeye başladılar. adam birken iki olmuştu. biriyle zor baş eden tanrı, bahçede koşuşturan, her şeyi kurcalayan iki veletle ne yapacağını şaşırdı. dinlenmek ve düşünmek için eve girdi. belki çocuklar bahçede birbirine göz kulak olur, aptal aptal sorularıyla birbirinin canını sıkardı. hatta sıkıntıdan birbirlerini öldürseler ne güzel olurdu.
-----------
şeytan oldukça yorucu bir gün geçirmişti. malların yüklemesinde aksaklıklar meydana gelmiş, sorun çözülene kadar şeytan dünyanın bir ucundan diğerine gitmek zorunda kalmıştı. dalgın bir zebaninin fatura adresini cehennem yerine cehennet olarak yazması sonucunda nakliyecilerin kafası karışmış, mallar araf'ta takılmıştı. bir sürü belgeyi yeniden düzenlemek, farklı masalarda imzalatmak, izinleri yeniden çıkarmak zorunda kalan şeytan çok sinirliydi. tüm sorun çözülüp evine ulaştığında bile sinirden yerinde duramıyordu. nereye saldıracağını bilemediğinden kendini temizliğe verdi. iki saat içinde pırıl pırıl bir evi, çözülmüş bir sorunu ve yorgunluktan tutulmuş bir sırtı olmuştu. kendisine bir kahve hazırladı, devasa koltuğuna yerleşti ve kitabına daldı.
aradan birkaç dakika geçmişti ki, kapısı çalındı. nakliyecilerin bahşiş için geldiğini düşünerek yerinden kalkmadı. bu adamlarla daha fazla uğraşmak istemiyordu. ama kapı ısrarla çalınıyor, gürültü de şeytan'ın sinirlerini en az nakliyeciler kadar bozuyordu. "adamı zorla kötü eder bunlar" diyerek kapıyı açtı.
karşısında kimseyi görememesine şaşırırken, bacaklarının arasından içeri giren kısa boylu yaratıkları fark etti. küçüklerdi, arka ayaklarının üstünde duruyorlardı, çok çirkin ve enerjik görünüyorlardı. evde saçma sapan koşuşurken biri kahve fincanını devirdi, diğeri kültablasıyla sehpayı çizmeye başladı. yeni düzenlenmiş dosyalar havalarda uçuşuyor, abaküsün boncukları misket gibi dağılıyordu. bir dakika içinde gerçekleşen karmaşa karşısında şeytan'ın ağzı hayretten bir karış açılmıştı. bu yaratıklar neydi ve kendisinden ne istiyorlardı? zarar artmadan harekete geçti ve iki yaratığı enselerinden tutup göz hizasına kaldırdı.
- kimsiniz ve benden ne istiyorsunuz?
- ben adam. tanrı misafiriyim.
- ben adam. tanrı misafiriyim.
- sen hiç de bile adam değilsin. adam benim. sen ancak hayvan olursun.
- sensin hayvan gerizekalı! ayrıca iğrençsin. ayrıca maymuna benziyorsun. ayrıca kokuyorsun. ayrıca...
- YETER!
yaratıklar ani gürleme karşısında korkmuş, kollarıyla bacaklarını kendilerine çekip top gibi olmuşlardı. elleriyle yüzlerini kapatıp saklanabildiklerini sanıyorlardı. bir çeşit tespih böceği olma ihtimalleri vardı. ama çok farklı görünüyorlardı. tanrı'nın bu kadar salak şeyler yaratması, bir de üstüne misafir olarak şeytan'a göndermesi inanılır gibi değildi. şimdi telefon kulübesi şeytan'da olsa hemen tanrı'yı arar, neler olduğunu öğrenirdi.
- sizi tanrı mı gönderdi şimdi?
- evet.
- neden?
yaratıklar hep bir ağızdan konuşuyor, ne söyledikleri anlaşılmıyordu.
- bir dakika. BİR DAKİKA! ne dediğiniz anlaşılmıyor. sırayla konuşun. adam, önce sen.
yaratıklar yine birlikte konuşmaya başladılar. şeytan önce isim sorununu çözmeye karar verdi.
- tamam. ikinize farklı isimler vereceğim, bundan sonra sizi böyle çağıracağım.
- ben adam olacağım!
- hayır, ben adam olacağım!
- ikiniz de adam değilsiniz. sen artık adem'sin. sen dee... hayva... havva ol sen de. tanrı seni neden gönderdi adem?
- salak olduğunu söylemem için.
- hayır, hırsız olduğunu söylemem için.
- hayır, hiç de bile! burada olsa ağzına bi tane çakarım dedi!
- bana ne?! bence malları da bokuma benziyor zaten dedi.
- LAĞN!
yaratıklar yine korkup susmuştu. şeytan'ın kafası karışmıştı. tanrı'nın neden ona salak ya da hırsız diyebileceğini anlamıyordu. ah o telefon kulübesi olsaydı... ama şeytan çok sinirlenmişti. tanrı, şeytan gibi dürüst bir tüccarı, hem de hiç alışverişleri yokken nasıl hırsızlıkla itham edebilirdi? nasıl başına bu iki belayı gönderebilirdi? şeytan bunun intikamını almak zorundaydı. hatta belki intikamla birlikte telefon kulübesini de alırdı. öfkeyle evden çıktı, elinde yaratıklarla tanrı'nın kapısına dayandı.
-----------
tanrı huzur içinde bahçesiyle ilgileniyordu. çocukları tamamen unutmuştu. şeytan elinde adem ve havva'yla geldiğinde büyük bir sorunla karşı karşıya olduğunu anladı.
- senin bu yaptığın komşuluğa sığmaz tanrı efendi!
- kusura bakma mirim, bahçeden kaçmışlar, kim bilir neler yapt... OYNAMA ONUNLA EVLADIM!
- iyi de komşum, yapıyorsun böyle, sonra salıyorsun sokağa! yapılacak şey mi b... ELLEME ONU ÇOCUĞUM!
- görüyorsun işte şeytancığım, bir an gözünü ayırsan yerl... ADAM, TOKADI YİYECEKSİN! ELLEME DEDİK!
- bu arada ben onlara adem'le havva dedim, senin için bir sakıncası var mı? OĞLUM! KONUŞTURMADIN İKİ DAKİKA!
- benim için yok da... sen şimdi onlara isim verdiğine göre... ŞŞT! GİDİN ŞU İLERİDE OYNAYIN! onların sahibi oldun.
- nasıl yani?
- yani onlar artık senin çocukların, senin sorumluluğundalar.
- yok öyle bir şey efendim! sen yarattın, sen bakacaksın! öyle tavşan gibi üretip sokağa atmak var mı? ayrıca evime verdikleri zararlar nedeniyle, tazminat olarak telefon kulübesini istiyorum.
- senin amacın belli zaten şeytan efendi! evine zarar vermeseler "çocuklarını getirdim, ödül isterim" diyecektin. seni bahçesine alanda kabahat!
- yok artık! arkamdan salak diyorsun, hırsız diyorsun, söyleyecek cesaretin olmadığından çoluk çocuğu gönderiyorsun! bu pısırıklıkla sen istesen de bakamazsın zaten onlara! sabi sübyanı senin eline bırakacağıma alır kendi evimde bakarım daha iyi! meymenetsiz!
- hırsızsın tabi! gelir gelmez telefon kulübesini istedin! şimdi de evlatlarımı almaya çalışıyorsun! sıkıyorsa al paçoz!
- ben var ya, onları da alacağım, çocuklarını da alacağım, sonsuza kadar bütün nesillerini evimde barındırıp senden koruyacağım! uyuz bahçen de telefon kulüben de sana kalsın, hepsini insan gibi yetiştireceğim! yapmazsam bana da şeytan demesinler!
- onlar sana gelmek isteyecek mi bakalım? adem, havva! beni mi daha çok seviyorsunuz şeytan'ı mı? adeeem? havvaaaa!
- al işte iki çocuğa sahip çıkamadın! neredeler kim bilir?
- asıl sen sahip çıkamadın! bir de yedi ceddini evimde besleyeceğim diyorsun!
- asıl sen...
-----------
tanrı, adem ve havva'ya ileride oynamalarını söylediği zaman çocukların bundan ne anlayacağını bilememişti. şu ilerinin ne olduğunu anlamayan yaratıklar az gitmiş, uz gitmiş, yıllarca yürüyüp dünyada bir yere yerleşmişti. tanrı ve şeytan'ın bitmek bilmeyen kavgaları sırasında büyümüşlerdi. bir ara amasya'da elma işine girmeyi düşündülerse de afrika kıtası'nda tarımın daha kolay olacağını fark edip taşınmış, ilk çocuklarını da burada yapmışlardı.
elma ağacı, bilginin keşfi, masumiyetin kaybolması, yılanın havva'yı baştan çıkarması gibi şeyler aslında hiç olmadı. ama adem'e sorarsanız pis pis sırıtıp "elbette havva'yı baştan çıkaran bir yılan vardı" diyecektir. belki başka bir hikayede.
* satama'nın neresi olduğunu merak edenleri wikipeia nahiyesine alırken, fikir için onur bilgi'ye teşekkür ederim.
ölünün ardından konuşmalar, diğer taraftan dedikodular, bir takım terbiyesizlikler, şakalar
12 Aralık 2010 Pazar
7 Haziran 2010 Pazartesi
değer
genç kadın cehenneme girdi. kimse orada ne aradığını, ne kadar kalacağını sormadı. kendini öfkeyle sorgulayan pek çok kişi gibi o da tüm umudu geride bırakmıştı.
iblis olan biteni kulesinden izliyordu. ne zebanileri çağırdı ne de tahtaya +1 yazdı. kadının henüz ölmediğini ve cehennem ordusuna katılmadığını biliyordu. onun da zamanı gelecekti ama henüz sadece bir hesaplaşma için burada bulunuyordu. kendi içinde bir hesaplaşma. buna ne tanrı ne de iblis karışabilirdi. onun bulunduğu yer, kişiye özel bir cehennemdi.
nereye gittiğini, kimlerle konuşacağını biliyordu. aslında dik tuttuğu alnının altında ileri bakan gözleriyle, hafif çatılmış kaşlarını tamamlayan sert adımlarıyla oldukça kararlı görünüyordu. ancak kafası karışıktı, iblis kadının dudaklarındaki gerginlikten bunu görebiliyordu.
kadın boyunlarında hala yağlı urganın izini taşıyan üç genç adamın yanında durdu, başıyla selam verdi. adamlar da selam verip yanlarında yer gösterdiler. kadın bir süre sessiz kaldı. adamların yüzlerini inceledi. dudaklarındaki gerginlik yerini titremeye bırakırken başını eğdi. yere bakarak konuşmaya başladı.
"nasıl olduğunu anlamıyorum. benim hiç böyle bir bilincim olmadı. bizim nesilde çok az kişide var bu, sonraki nesilde sanırım daha da az. hiçbir şeyin ucundan tutamıyor gibiyiz. olaylar karşısında bazen öfkeleniyoruz ama kısa sürede her şey unutuluyor. hiçbir şeyi önemsemiyoruz, hiçbir şeyi. örgütlenmiş olanlar bile hiçbir şeyin değişmeyeceğini bilir gibiler. öylesine umutsuz bir gençlik. sanki sadece öfkelerini kusuyorlar. yok aslında, abartıyorum. öfkelenmekten fazlasını yapanlar var, gerçekten bir şeyleri değiştirmeye çalışanlar. bunların örnekleri siyasi partilerde de var, pkk'da da, filistin'e giden gemilerde de, hatta belki greenpeace'te de. ben sadece bir davaya, uğruna ölebilecek kadar bağlı olmayı anlamıyorum."
uzun boylu adam sigarasından bir nefes çekerken yarım ağızla sırıttı. onun zamanında da böyle gençler vardı, hem de çok. etliye sütlüye karışmayan, güvenli alanından uzaklaşmayan, elini ateşe sokmak bir yana, en ufak kıvılcımda yangın tüpüne sarılan çok kişi vardı. ne tuhaftır, bu adamlar onlara da bildiri dağıtmıştı. olur da bir tanesi, bir an için önemser, bir an bir cesaret gelir, bir kişi daha aralarına katılabilir umuduyla.
"buna sadece bencillik demek yanlış olur. başkasını düşünmediğim doğru. ama kendim için bile bir şey yaptığım söylenemez. ucu bana dokunan durumlarda bile ilk öfkem kısa sürede sönüyor. sizin içinizde yanan bir ateş vardı ya, bende, hatta çoğumuzda yok o. sizin içinize nasıl düştü, nasıl bu kadar tutarlı oldunuz, öğrenmek istiyorum.nasıl lafta kalmayacak kadar ileri gidebildiniz?"
"öğrenilmez bu. yaşanır. hissedilir. sana ne anlatsak boş. anlatırız, o kıvılcım yanar içinde, sonra gerisin geriye söner. biz hiç öylesine yaşamadık ki. yaşamı çok seviyorduk, onu bizden kopardılar. çok sevdiğimiz için, yaşamak uğruna ölebileceğimiz için bile bile lades dedik. senin o kadar sevdiğin, 'benim' diyebildiğin bir şey var mı?"
"yok galiba. bir tek ben varım."
"değer verdiklerin?"
"var. ama sadece tanıdığım kişiler. hümanist değilim zaten ben."
"biz tanımadıklarımıza da değer veriyorduk. sadece kendimiz için değil, 'benim' dediklerimiz için de savaşıyorduk. bu ülkeye, ailelerimizin, arkadaşlarımızın, sevgililerimizin yaşadığı bu ülkeye 'benim' diyorduk. sen bunların hiçbirine 'benim' diyemiyorsun ki. çocuğun olsa ona bile diyemezsin, diyemeyeceğin için çocuğun olmaz senin. çoğunuz da böylesiniz. uzaktan üzülür, onun acısını içinizde hissetmezsiniz. sonra da unutursunuz."
"ben bunları biliyorum. buraya sizi anlamak için gelmiştim oysa."
"hisset o zaman. hissetmeden yazma. bak bütün bu satırlar boş. söyleyecek bir şeyin, savunacak bir davan yoktu bunları yazarken. bize boşuna geldin."
genç kadın cehennem kapılarına doğru yürürken iblis de ona katıldı. bir süre yanında sessizce yürüdü, sonra sordu.
"onları burada bulacağını nereden bildin?"
"özgür irade. eğer tutkun derdin kadar büyükse, bir amaç uğruna değil aileni, ülkeni, tanrıyı bile karşına almışsan, 'allah'ı gelse durduramaz' denilen biri olmuşsan yerin ancak cehennem olabilir. hem tanrı seni cennete almaz hem de zaten derdinle ölmüşsündür, sen de cennete girmek istemezsin."
"sağol."
"neden?"
"ben de bunca zaman bu kadar suçsuz insan neden buraya geliyor diye düşünüyordum."
"ben hiçbir şey yapmadığım için suçlu sayılabilirim belki. yakında görüşürüz."
iblis olan biteni kulesinden izliyordu. ne zebanileri çağırdı ne de tahtaya +1 yazdı. kadının henüz ölmediğini ve cehennem ordusuna katılmadığını biliyordu. onun da zamanı gelecekti ama henüz sadece bir hesaplaşma için burada bulunuyordu. kendi içinde bir hesaplaşma. buna ne tanrı ne de iblis karışabilirdi. onun bulunduğu yer, kişiye özel bir cehennemdi.
nereye gittiğini, kimlerle konuşacağını biliyordu. aslında dik tuttuğu alnının altında ileri bakan gözleriyle, hafif çatılmış kaşlarını tamamlayan sert adımlarıyla oldukça kararlı görünüyordu. ancak kafası karışıktı, iblis kadının dudaklarındaki gerginlikten bunu görebiliyordu.
kadın boyunlarında hala yağlı urganın izini taşıyan üç genç adamın yanında durdu, başıyla selam verdi. adamlar da selam verip yanlarında yer gösterdiler. kadın bir süre sessiz kaldı. adamların yüzlerini inceledi. dudaklarındaki gerginlik yerini titremeye bırakırken başını eğdi. yere bakarak konuşmaya başladı.
"nasıl olduğunu anlamıyorum. benim hiç böyle bir bilincim olmadı. bizim nesilde çok az kişide var bu, sonraki nesilde sanırım daha da az. hiçbir şeyin ucundan tutamıyor gibiyiz. olaylar karşısında bazen öfkeleniyoruz ama kısa sürede her şey unutuluyor. hiçbir şeyi önemsemiyoruz, hiçbir şeyi. örgütlenmiş olanlar bile hiçbir şeyin değişmeyeceğini bilir gibiler. öylesine umutsuz bir gençlik. sanki sadece öfkelerini kusuyorlar. yok aslında, abartıyorum. öfkelenmekten fazlasını yapanlar var, gerçekten bir şeyleri değiştirmeye çalışanlar. bunların örnekleri siyasi partilerde de var, pkk'da da, filistin'e giden gemilerde de, hatta belki greenpeace'te de. ben sadece bir davaya, uğruna ölebilecek kadar bağlı olmayı anlamıyorum."
uzun boylu adam sigarasından bir nefes çekerken yarım ağızla sırıttı. onun zamanında da böyle gençler vardı, hem de çok. etliye sütlüye karışmayan, güvenli alanından uzaklaşmayan, elini ateşe sokmak bir yana, en ufak kıvılcımda yangın tüpüne sarılan çok kişi vardı. ne tuhaftır, bu adamlar onlara da bildiri dağıtmıştı. olur da bir tanesi, bir an için önemser, bir an bir cesaret gelir, bir kişi daha aralarına katılabilir umuduyla.
"buna sadece bencillik demek yanlış olur. başkasını düşünmediğim doğru. ama kendim için bile bir şey yaptığım söylenemez. ucu bana dokunan durumlarda bile ilk öfkem kısa sürede sönüyor. sizin içinizde yanan bir ateş vardı ya, bende, hatta çoğumuzda yok o. sizin içinize nasıl düştü, nasıl bu kadar tutarlı oldunuz, öğrenmek istiyorum.nasıl lafta kalmayacak kadar ileri gidebildiniz?"
"öğrenilmez bu. yaşanır. hissedilir. sana ne anlatsak boş. anlatırız, o kıvılcım yanar içinde, sonra gerisin geriye söner. biz hiç öylesine yaşamadık ki. yaşamı çok seviyorduk, onu bizden kopardılar. çok sevdiğimiz için, yaşamak uğruna ölebileceğimiz için bile bile lades dedik. senin o kadar sevdiğin, 'benim' diyebildiğin bir şey var mı?"
"yok galiba. bir tek ben varım."
"değer verdiklerin?"
"var. ama sadece tanıdığım kişiler. hümanist değilim zaten ben."
"biz tanımadıklarımıza da değer veriyorduk. sadece kendimiz için değil, 'benim' dediklerimiz için de savaşıyorduk. bu ülkeye, ailelerimizin, arkadaşlarımızın, sevgililerimizin yaşadığı bu ülkeye 'benim' diyorduk. sen bunların hiçbirine 'benim' diyemiyorsun ki. çocuğun olsa ona bile diyemezsin, diyemeyeceğin için çocuğun olmaz senin. çoğunuz da böylesiniz. uzaktan üzülür, onun acısını içinizde hissetmezsiniz. sonra da unutursunuz."
"ben bunları biliyorum. buraya sizi anlamak için gelmiştim oysa."
"hisset o zaman. hissetmeden yazma. bak bütün bu satırlar boş. söyleyecek bir şeyin, savunacak bir davan yoktu bunları yazarken. bize boşuna geldin."
genç kadın cehennem kapılarına doğru yürürken iblis de ona katıldı. bir süre yanında sessizce yürüdü, sonra sordu.
"onları burada bulacağını nereden bildin?"
"özgür irade. eğer tutkun derdin kadar büyükse, bir amaç uğruna değil aileni, ülkeni, tanrıyı bile karşına almışsan, 'allah'ı gelse durduramaz' denilen biri olmuşsan yerin ancak cehennem olabilir. hem tanrı seni cennete almaz hem de zaten derdinle ölmüşsündür, sen de cennete girmek istemezsin."
"sağol."
"neden?"
"ben de bunca zaman bu kadar suçsuz insan neden buraya geliyor diye düşünüyordum."
"ben hiçbir şey yapmadığım için suçlu sayılabilirim belki. yakında görüşürüz."
5 Mayıs 2010 Çarşamba
melekler ve şubeler
insanlar rahibe teresa'nın melek gibi bir kadın olduğunu söylerler. ancak yanılırlar. herkes bilmelidir ki, kadından melek olmaz.
rahibe teresa ise hem bu gerçeği bilmediğinden hem de yaşarken çok gaza getirildiği için, öldüğü zaman melek olmak üzere başvuruda bulundu. başvurusunun reddedildiğini öğrenene kadar iki hafta beklemesi gerekti. bu iki haftayı da farklı masalarda verilen imzalar, toplaması gereken belgeler, çeşitli tetkikler ve beklenmedik tavırlarla geçirdi. nasıl olduysa melekler şubesinde, rahibe teresa'nın ilk bakışta (veya en azından biraz dikkatli bakınca) anlaşılabilecek kadın olma durumu ancak iki haftada ortaya çıkabilmişti. her şey bir yana, teresa ilk gün yaşadığı şoku unutamıyordu.
şubenin kapısında dimdik duran, görkemli bir melek bekliyordu. teresa nazikçe selam vererek yanından geçerken melek tarafından durduruldu.
- iyi günler. ben melek olmak için başvuru yapacaktım.
- biz de bu saate kadar seni bekliyorduk. git şimdi, yarın sekizde burada ol.
- ama ben...
- la yürü git!
bir an "yanlış yere mi geldim?" diye düşündü. cennette hiç böyle bir şeyle karşılaşmamıştı. değil kaba kelimeler kullanmak, kimse ona sesini bile yükseltmemişti şu zamana kadar. sinirleri bozuldu. şubeden uzaklaşırken göz yaşlarını tutamıyordu.
ikinci gün saat sekizde melekler şubesinin kapısındaydı. kapıdan geçerken, sanki içeri kendinden başka bir şey sokabilirmiş gibi üstü arandı ve metal dedektöründen geçirildi. hemen ardından, göğsüne iğnelemesi için kendisine bir numara verildi. olanlara anlam veremiyordu ama 3 numara olması en azından işlemlerin çabuk biteceği umudunu vermişti.
zaten cennette böyledir. cehennemin aksine burada her an umut vardır. umutsuzluğa kapılmak kesinlikle yasaktır!
sonra beklemesi söylendi ve harika bir bahçeye gönderildi. bal akan ırmaklar, cıvıldayan rengarenk kuşlar... gerçek bir cennet bahçesi. ne var ki bu bile dört saatlik bir bekleyişin ardından sinir bozucu olabiliyordu. teresa çocukken yaptığı gibi tırnaklarını yemeye başladığında numarasını okudular. tam belirilen masaya gidecekken yemek saatinin geldiği haberini aldı. normalde kuş kadar yemeye alışmış teresa kendisine verilen tepsiyi teşekkür ederek bırakacaktı ki, "lan otur! adam gibi ye yemeğini!" emriyle gördüğü ilk boş yere oturdu ve lokmaları boğulurcasına yutmaya başladı. burada bir saat geçirdi.
sonunda yemek bitti ve bir masaya yönlendirildi. masada oturan melek önündeki kağıtlardan başını bile kaldırmadan "evraklar" diyerek elini uzattı.
- ama ben... evrak getirmem gerektiğini bilmiyordum.
- hufff... nüfus cüzdanını ver madem.
- ne nüfus cüzdanı beyefendi?
- yok artık! başvuru yapmaya geldin ve nüfus cüzdanın yanında değil mi?
- beyefendi burada nüfus cüzdanı kullanmıyoruz ki biz! öyle şeyleri dünyada bıraktık!
- o başvuru yapmayanlar için geçerli. şimdi gidip kendine bir nüfus cüzdanı çıkarttırıyorsun, gereken belgeleri şu melekten öğreniyorsun, her şeyi toparlayıp geliyorsun.
teresa azimliydi. dünyada bundan çok daha fazlasına katlanmıştı. hem nüfus müdürlüğüne gidip işlem yaptırmak ne kadar zor olabilirdi ki? elbette, pek çok konuda olduğu gibi bunda da yanılıyordu. kimlik sahibi olmak bir haftasını almış ve sinirlerinin %40'ını harap etmişti. bir haftanın sonunda, saat sekizde yine melekler şubesindeydi. belgelerini verdi, birkaç form doldurdu, farklı masalarda imzalattı ve başka bir odaya alındı.
- soyun.
- efendim?!
- sağlık kontrolüne gelmedin mi kardeşim? soyun, bir sakatlığın var mı görelim.
- iyi de ben cennetteyim! ne sağlığı, ne kontrolü?
- sen bi kere o eli indir. melek olarak başvurmuyor musun? prosedür böyle. sanki biz çok bayılıyoruz orana burana bakmaya.
utana sıkıla soyunan teresa yine ağlamak üzereydi. hiçbir erkeğin görmediği vücudu şimdi melekler tarafından inceleniyordu.
- şimdi al bu raporu damgalattır. oradan seni yönlendirecekler. haydi geçmiş olsun.
ardından teresa bir sınava girdi. sınav, kutsal kitaplardan soruların yanı sıra, sayısal bölüm ve yetenek testi de içeriyordu. test bitince yine imzalar, damgalar ve bekleyişler... ve daha kötüsü; teresa'nın bir an cennette mi yoksa cehennemde mi olduğunu kendi kendine sorgulaması, meleklerin teresa'nın aklından geçenleri bilip sinirlenmeleri, hep bir ağızdan "biz sadece görevimizi yapıyoruz" diye yanıtlamaları ve sonuçta işlemlerin birkaç gün daha uzaması.
şube ziyaretleri sırasında teresa'nın yaşadığı ilginç olaylardan biri de papa 2. john paul ile karşılaşması oldu. koskoca papa, dev gibi bir kazanın başında patates soyuyordu. teresa'yı görünce hemen yanına gitti.
- vaaay kimler gelmiş! n'aber lan ya..raam?!
- ?!
- ne işin var burada lan?
- melek olmak için başvurdum, günlerdir başıma gelmeyen kalmadı. sen başarmışsın galiba?
- hee... başardım tabi. cehenneme göndereceklerdi, sonra "ne de olsa aynı şey" dediler, uzun dönem melek yaptılar beni. ortama da pek alışamadım .mına koyim, paso ceza alıp duruyorum, süre uzuyor. yıllardır çıkamadım s.ktiğimin yerinden .mına koyim!
- sen... sen çok değişmişsin john!
- ya kusura bakma bacım, meleklik işte, adamın .mını g.tünü dağıtıyor .mına koyim.
- nasıl yani? hani yardımlaşma, kanatlar, peygambere haber vermeler falan?
- yeaa onlar var da genellikle angarya işte. sabahın köründe kalkıp toparlan, sonra günde üç kez içtimaya çık, bir sürü görev al, yine de yaranama .mına koyim. deli danalar gibi koşturuyorlar bütün gün. öyle peygambere emir indirmeler, kıyamet koparmalar falan da yüksek rütbelilerin işi, herkese yaptırmıyorlar öyle. sen melek olmak için mi geldim demiştin?
- evet. işlemleri tamamladım gibi, olacağım kısmetse.
- olmaz ki. kadınları almıyorlar. seni neden bu kadar uğraştırdılar anlamadım. şerefsizim mantık yok burada.
- almıyorlar mı?!
- yoo. kadından melek mi olur .mına koyim, güldürme beni.
teresa günlerden beri ilk kez rahat bir nefes aldı. 2. john paul'ün boynuna neşeyle sarılacağı sırada yerdeki patates kabuklarından birine bastı ve düşüp kolunu kırdı. bütün bunlar melekler şubesinde olduğu için, tanrı'nın askerleri teresa'nın tedavisini de üstlenmişti. tedavinin yapılması için birkaç imza, birkaç damga, birkaç bina arasında koşuşturma gerekecekti o kadar. bir diğer deyişle cennette de işkence bitmiyordu. ama melekler de ne yapsınlardı? her şey kuralına göre olmak zorundaydı ve onlar sadece görevlerini yapıyorlardı.
birkaç gün sonra teresa'nın kadın olduğu anlaşıldı ve olay rafa kaldırıldı.
rahibe teresa ise hem bu gerçeği bilmediğinden hem de yaşarken çok gaza getirildiği için, öldüğü zaman melek olmak üzere başvuruda bulundu. başvurusunun reddedildiğini öğrenene kadar iki hafta beklemesi gerekti. bu iki haftayı da farklı masalarda verilen imzalar, toplaması gereken belgeler, çeşitli tetkikler ve beklenmedik tavırlarla geçirdi. nasıl olduysa melekler şubesinde, rahibe teresa'nın ilk bakışta (veya en azından biraz dikkatli bakınca) anlaşılabilecek kadın olma durumu ancak iki haftada ortaya çıkabilmişti. her şey bir yana, teresa ilk gün yaşadığı şoku unutamıyordu.
şubenin kapısında dimdik duran, görkemli bir melek bekliyordu. teresa nazikçe selam vererek yanından geçerken melek tarafından durduruldu.
- iyi günler. ben melek olmak için başvuru yapacaktım.
- biz de bu saate kadar seni bekliyorduk. git şimdi, yarın sekizde burada ol.
- ama ben...
- la yürü git!
bir an "yanlış yere mi geldim?" diye düşündü. cennette hiç böyle bir şeyle karşılaşmamıştı. değil kaba kelimeler kullanmak, kimse ona sesini bile yükseltmemişti şu zamana kadar. sinirleri bozuldu. şubeden uzaklaşırken göz yaşlarını tutamıyordu.
ikinci gün saat sekizde melekler şubesinin kapısındaydı. kapıdan geçerken, sanki içeri kendinden başka bir şey sokabilirmiş gibi üstü arandı ve metal dedektöründen geçirildi. hemen ardından, göğsüne iğnelemesi için kendisine bir numara verildi. olanlara anlam veremiyordu ama 3 numara olması en azından işlemlerin çabuk biteceği umudunu vermişti.
zaten cennette böyledir. cehennemin aksine burada her an umut vardır. umutsuzluğa kapılmak kesinlikle yasaktır!
sonra beklemesi söylendi ve harika bir bahçeye gönderildi. bal akan ırmaklar, cıvıldayan rengarenk kuşlar... gerçek bir cennet bahçesi. ne var ki bu bile dört saatlik bir bekleyişin ardından sinir bozucu olabiliyordu. teresa çocukken yaptığı gibi tırnaklarını yemeye başladığında numarasını okudular. tam belirilen masaya gidecekken yemek saatinin geldiği haberini aldı. normalde kuş kadar yemeye alışmış teresa kendisine verilen tepsiyi teşekkür ederek bırakacaktı ki, "lan otur! adam gibi ye yemeğini!" emriyle gördüğü ilk boş yere oturdu ve lokmaları boğulurcasına yutmaya başladı. burada bir saat geçirdi.
sonunda yemek bitti ve bir masaya yönlendirildi. masada oturan melek önündeki kağıtlardan başını bile kaldırmadan "evraklar" diyerek elini uzattı.
- ama ben... evrak getirmem gerektiğini bilmiyordum.
- hufff... nüfus cüzdanını ver madem.
- ne nüfus cüzdanı beyefendi?
- yok artık! başvuru yapmaya geldin ve nüfus cüzdanın yanında değil mi?
- beyefendi burada nüfus cüzdanı kullanmıyoruz ki biz! öyle şeyleri dünyada bıraktık!
- o başvuru yapmayanlar için geçerli. şimdi gidip kendine bir nüfus cüzdanı çıkarttırıyorsun, gereken belgeleri şu melekten öğreniyorsun, her şeyi toparlayıp geliyorsun.
teresa azimliydi. dünyada bundan çok daha fazlasına katlanmıştı. hem nüfus müdürlüğüne gidip işlem yaptırmak ne kadar zor olabilirdi ki? elbette, pek çok konuda olduğu gibi bunda da yanılıyordu. kimlik sahibi olmak bir haftasını almış ve sinirlerinin %40'ını harap etmişti. bir haftanın sonunda, saat sekizde yine melekler şubesindeydi. belgelerini verdi, birkaç form doldurdu, farklı masalarda imzalattı ve başka bir odaya alındı.
- soyun.
- efendim?!
- sağlık kontrolüne gelmedin mi kardeşim? soyun, bir sakatlığın var mı görelim.
- iyi de ben cennetteyim! ne sağlığı, ne kontrolü?
- sen bi kere o eli indir. melek olarak başvurmuyor musun? prosedür böyle. sanki biz çok bayılıyoruz orana burana bakmaya.
utana sıkıla soyunan teresa yine ağlamak üzereydi. hiçbir erkeğin görmediği vücudu şimdi melekler tarafından inceleniyordu.
- şimdi al bu raporu damgalattır. oradan seni yönlendirecekler. haydi geçmiş olsun.
ardından teresa bir sınava girdi. sınav, kutsal kitaplardan soruların yanı sıra, sayısal bölüm ve yetenek testi de içeriyordu. test bitince yine imzalar, damgalar ve bekleyişler... ve daha kötüsü; teresa'nın bir an cennette mi yoksa cehennemde mi olduğunu kendi kendine sorgulaması, meleklerin teresa'nın aklından geçenleri bilip sinirlenmeleri, hep bir ağızdan "biz sadece görevimizi yapıyoruz" diye yanıtlamaları ve sonuçta işlemlerin birkaç gün daha uzaması.
şube ziyaretleri sırasında teresa'nın yaşadığı ilginç olaylardan biri de papa 2. john paul ile karşılaşması oldu. koskoca papa, dev gibi bir kazanın başında patates soyuyordu. teresa'yı görünce hemen yanına gitti.
- vaaay kimler gelmiş! n'aber lan ya..raam?!
- ?!
- ne işin var burada lan?
- melek olmak için başvurdum, günlerdir başıma gelmeyen kalmadı. sen başarmışsın galiba?
- hee... başardım tabi. cehenneme göndereceklerdi, sonra "ne de olsa aynı şey" dediler, uzun dönem melek yaptılar beni. ortama da pek alışamadım .mına koyim, paso ceza alıp duruyorum, süre uzuyor. yıllardır çıkamadım s.ktiğimin yerinden .mına koyim!
- sen... sen çok değişmişsin john!
- ya kusura bakma bacım, meleklik işte, adamın .mını g.tünü dağıtıyor .mına koyim.
- nasıl yani? hani yardımlaşma, kanatlar, peygambere haber vermeler falan?
- yeaa onlar var da genellikle angarya işte. sabahın köründe kalkıp toparlan, sonra günde üç kez içtimaya çık, bir sürü görev al, yine de yaranama .mına koyim. deli danalar gibi koşturuyorlar bütün gün. öyle peygambere emir indirmeler, kıyamet koparmalar falan da yüksek rütbelilerin işi, herkese yaptırmıyorlar öyle. sen melek olmak için mi geldim demiştin?
- evet. işlemleri tamamladım gibi, olacağım kısmetse.
- olmaz ki. kadınları almıyorlar. seni neden bu kadar uğraştırdılar anlamadım. şerefsizim mantık yok burada.
- almıyorlar mı?!
- yoo. kadından melek mi olur .mına koyim, güldürme beni.
teresa günlerden beri ilk kez rahat bir nefes aldı. 2. john paul'ün boynuna neşeyle sarılacağı sırada yerdeki patates kabuklarından birine bastı ve düşüp kolunu kırdı. bütün bunlar melekler şubesinde olduğu için, tanrı'nın askerleri teresa'nın tedavisini de üstlenmişti. tedavinin yapılması için birkaç imza, birkaç damga, birkaç bina arasında koşuşturma gerekecekti o kadar. bir diğer deyişle cennette de işkence bitmiyordu. ama melekler de ne yapsınlardı? her şey kuralına göre olmak zorundaydı ve onlar sadece görevlerini yapıyorlardı.
birkaç gün sonra teresa'nın kadın olduğu anlaşıldı ve olay rafa kaldırıldı.
12 Nisan 2010 Pazartesi
şeytan azapta
günlük raporunu vermek üzere iblis'in odasına giren zebani, karşılaştığı manzara nedeniyle bir adım geri attı. şu anda rapor vermek için hiç uygun bir zaman değildi. işin kötüsü, kapıyı kapatıp olabildiğince uzağa kaçmak için çok geçti.
iblis'in her yeri yara bere içindeydi. mızrağını koltuk değneği gibi kullanıyor, kanayan çatal kuyruğu yere değdikçe yüzünü buruşturuyordu. mosmor gözlerinden çıkan ateş ne kadar sinirli olduğunu açıkça gösteriyordu. yanına yaklaşmak intiharla eşanlamlıydı. zebani ne ileri ne de geri gidebiliyor, burnundan soluyan iblis'in patlak dudaklarından çıkacak ilk kelimenin kaderini belirleyeceğini hissediyordu.
- geç otur şöyle. dur. oturmadan bana biraz sıcak su ve tentürdiyot getir. burada sağlık ekibi falan bulundurmuyorduk biz, di mi? sağol. dur oturma. biraz da merhem getir. sırtıma sür. hah, öyle. e5'e çevirdi sırtımı şerefsizler.
- n'oldu efendim?
- anlatsam inanmazsın.
- muhtemelen. ama siz yine de anlatın isterseniz.
- cehennemin dibini biliyorsun, di mi?
- evet, bir kez gitmem gerekmişti.
- hah. adamın biri ölmek üzereyken metresi miras dosyasını bulmuş. kendisine hiçbir şey bırakmadığını görünce sinirlenmiş, adama tam ölürken "cehennemin dibine kadar yolun var" demiş. hoş bir şaka olur diye düşündüm, cehennem kapılarından falan geçirmek yerine direkt oraya gitmesini sağladım. adamı cehennemin dibinde karşılayacaktım, hem sürpriz hem de ders olacaktı falan. biraz erken gitmişim, beklerken volta atmaya başladım. sonra ayağım kaydı ve düştüm.
- düşünce mi böyle oldunuz yani?
- cehennemin dibinde düşersen nereye düşersin biliyor musun?
- şey... hayır?
- dünyaya!
- ?!
- (gözlerini yere indirip burnundan nefes vererek) !
- (gözlerini iyice açıp başını histerikçe iki yana sallayarak) ???!!!
- ("n'oluyo olm, niye manyak manyak hareketler yapıyorsun" dercesine) ?
- ("ha, pardon, bir an aşırı tepki vermem gerektiğini sandım, devam edin siz" der gibi) ...
- eh, 2010 yıl sonra yeniden dünyada buldum kendimi işte. buradan düşünce orada yeri yararak, alevli malevli yukarı çıkıyorsun. çok şık. normal şartlarda insanlar sağa sola kaçışıyor ya da secde ediyor. tabi tahmin edersin ki dünya hiç de eskisi gibi değil. bu kez yüzeye çıktığımda kendimi otobanın ortasında buldum. bir de düşerken keyfimi göreceksin, neler neler bekliyorum böyle... bir norveç'e düşersem en az bir ay kalırım diye düşünüyorum, satanistler krallar gibi yaşatır beni diyorum içimden. ama bende o şans olsa cehennem'de olmazdım zaten. düşe düşe türkiye'ye, hatta daha kötüsü tem'den maslak'a bağlanan yola düştüm.
- bir şey anlamıyorum efendim. maslak ne?
- bir çeşit cehennem. bir yanında köprü trafiği başlar gibi, diğer yanında trafik zaten hiç akmıyor. öyle mendebur bir yer. zaten herkesin canı burnunda, ben de öyle yeri yarıp çıkınca bunlar bir galeyana geldi! nasıl küfür ediyorlar, duysan senin yüzün kızarır! ben yine karizmayı elden bırakmamaya çalışıyorum, başladım gürlemeye. inanır mısın, kornalarla küfürler arasında benim gökleri inleten sesim cılız kaldı. zaten sinirli adamlar, ağzımı da açtığımı görünce sille tokat giriştiler bana. trafik iyice kilitlendi. arkadaki arabalardan da gelmeye başladılar. vurdukça vuruyorlar. bir yarım saat meydan dayağı yedikten sonra polis geldi. allah dedim, biri imdadıma yetişiyor, bunlar beni yaka paça tıktılar ekip arabasına. kimlik soruyorlar, yok tabi üstümde hiçbir şey. apar topar düşmüşüm zaten, cüzdan da yok yanımda, rüşvetle de kurtulamıyorum. merkeze götürdüler bunlar beni. orada da bir temiz dayak çektiler. vallahi yanlışlıkla düştüm diyorum, dinlemiyorlar. sonra nezarette beklemeye başladım. gece bir olay çıkmış, karakolun büyük bölümü oraya gitmek zorunda kaldı, ben de bir şekilde kaçtım.
- vay be... yine iyi kurtarmışsınız bu kadarla efendim.
- bitmedi ki! oradan kaçınca başladım dönüş yolunu bulmak için yürümeye. saat olmuş gecenin kaçı. ben öyle deli danalar gibi yürürken kendimi kasımpaşa'da buldum. sokakta in cin top oynuyor. bir yandan da hissediyorum, cehenneme geçiş kapısı çok yakınımda. keyfim biraz yerine geldi, ıslık çalmaya başladım. bir dakika geçmeden ara sokaklardan üç genç çıktı, bana doğru yürümeye başladılar. piçler, ne almışlarsa ayakta duramıyorlar. kestiler bunlar yolumu, para istediler. ben bu sarhoşlara pabuç bırakır mıyım diyorum içimden; koskoca iblisim, benim de bir gururum var. "cin oldunuz da adam mı çarpıyorsunuz lan" diye bağırdım, her sokaktan biri çıkmaya başladı. üç kişi oldu mu sana otuz kişi?! bunlar da bir temiz sopa çektiler bana, ağzımı burnumu dağıttılar. orada bayılmışım. herhade öldüğümü sanıp bıraktılar. üstümde de bir şey bulamayınca...
- allah korumuş efendim, neler neler yapardı o pislikler.
- allah korumuş olsa şimdi kıçımın üstüne rahat oturuyor olurdum.
- yoksa?!
- (dolan gözlerini yere indirip "mnsktmnibnlri!" der gibi) ...
- ("olur öyle" dercesine omzunu pıtpıtlayarak) ...
- aaarrggghhhh! dokunmasana olm, acıyor! ya neyse. orada bayılmışım öyle, gözümü hastanede açtım.
- bu tedavi edilmiş haliniz mi?
- ne tedavisi canım? hastane dediysem özel hastane değil herhalde, ssk. koridorda yanımda yatan adam üç gündür yarasının dikilmesini bekliyormuş, kangren olmuş. etraf buram buram kükürt kokuyor. tamam dedim, burada da geçiş kapısı var. hemen bulup geri döndüm. orada kalıp tedavi beklemektense, cehennemde yaralarımı kendim dağlarım daha iyi.
- çok geçmiş olsun efendim. sizin için yapabileceğim başka bir şey var mı?
- sırtıma biraz daha merhem sürsene. şu omzuma da biraz tentürdiyot. agh! üfleyip sür hayvan! tavuğa tereyağı sürüyor sanki! tamam, çekil.
- tekrar geçmiş olsun efendim. bir şeye ihtiyacınız olursa...
- yok yok, sağol. ha, dur bi. o mevzudan kimseye bahsetmek yok tamam mı? birinden duyarsam, bir imalı bakış yakalarsam... bittin sen.
sonra o zebani bitti tabi. ama kimseye bir şey anlattığından değil. gaipten sesler korosunun ağzında bakla ıslanmadığından.
iblis'in her yeri yara bere içindeydi. mızrağını koltuk değneği gibi kullanıyor, kanayan çatal kuyruğu yere değdikçe yüzünü buruşturuyordu. mosmor gözlerinden çıkan ateş ne kadar sinirli olduğunu açıkça gösteriyordu. yanına yaklaşmak intiharla eşanlamlıydı. zebani ne ileri ne de geri gidebiliyor, burnundan soluyan iblis'in patlak dudaklarından çıkacak ilk kelimenin kaderini belirleyeceğini hissediyordu.
- geç otur şöyle. dur. oturmadan bana biraz sıcak su ve tentürdiyot getir. burada sağlık ekibi falan bulundurmuyorduk biz, di mi? sağol. dur oturma. biraz da merhem getir. sırtıma sür. hah, öyle. e5'e çevirdi sırtımı şerefsizler.
- n'oldu efendim?
- anlatsam inanmazsın.
- muhtemelen. ama siz yine de anlatın isterseniz.
- cehennemin dibini biliyorsun, di mi?
- evet, bir kez gitmem gerekmişti.
- hah. adamın biri ölmek üzereyken metresi miras dosyasını bulmuş. kendisine hiçbir şey bırakmadığını görünce sinirlenmiş, adama tam ölürken "cehennemin dibine kadar yolun var" demiş. hoş bir şaka olur diye düşündüm, cehennem kapılarından falan geçirmek yerine direkt oraya gitmesini sağladım. adamı cehennemin dibinde karşılayacaktım, hem sürpriz hem de ders olacaktı falan. biraz erken gitmişim, beklerken volta atmaya başladım. sonra ayağım kaydı ve düştüm.
- düşünce mi böyle oldunuz yani?
- cehennemin dibinde düşersen nereye düşersin biliyor musun?
- şey... hayır?
- dünyaya!
- ?!
- (gözlerini yere indirip burnundan nefes vererek) !
- (gözlerini iyice açıp başını histerikçe iki yana sallayarak) ???!!!
- ("n'oluyo olm, niye manyak manyak hareketler yapıyorsun" dercesine) ?
- ("ha, pardon, bir an aşırı tepki vermem gerektiğini sandım, devam edin siz" der gibi) ...
- eh, 2010 yıl sonra yeniden dünyada buldum kendimi işte. buradan düşünce orada yeri yararak, alevli malevli yukarı çıkıyorsun. çok şık. normal şartlarda insanlar sağa sola kaçışıyor ya da secde ediyor. tabi tahmin edersin ki dünya hiç de eskisi gibi değil. bu kez yüzeye çıktığımda kendimi otobanın ortasında buldum. bir de düşerken keyfimi göreceksin, neler neler bekliyorum böyle... bir norveç'e düşersem en az bir ay kalırım diye düşünüyorum, satanistler krallar gibi yaşatır beni diyorum içimden. ama bende o şans olsa cehennem'de olmazdım zaten. düşe düşe türkiye'ye, hatta daha kötüsü tem'den maslak'a bağlanan yola düştüm.
- bir şey anlamıyorum efendim. maslak ne?
- bir çeşit cehennem. bir yanında köprü trafiği başlar gibi, diğer yanında trafik zaten hiç akmıyor. öyle mendebur bir yer. zaten herkesin canı burnunda, ben de öyle yeri yarıp çıkınca bunlar bir galeyana geldi! nasıl küfür ediyorlar, duysan senin yüzün kızarır! ben yine karizmayı elden bırakmamaya çalışıyorum, başladım gürlemeye. inanır mısın, kornalarla küfürler arasında benim gökleri inleten sesim cılız kaldı. zaten sinirli adamlar, ağzımı da açtığımı görünce sille tokat giriştiler bana. trafik iyice kilitlendi. arkadaki arabalardan da gelmeye başladılar. vurdukça vuruyorlar. bir yarım saat meydan dayağı yedikten sonra polis geldi. allah dedim, biri imdadıma yetişiyor, bunlar beni yaka paça tıktılar ekip arabasına. kimlik soruyorlar, yok tabi üstümde hiçbir şey. apar topar düşmüşüm zaten, cüzdan da yok yanımda, rüşvetle de kurtulamıyorum. merkeze götürdüler bunlar beni. orada da bir temiz dayak çektiler. vallahi yanlışlıkla düştüm diyorum, dinlemiyorlar. sonra nezarette beklemeye başladım. gece bir olay çıkmış, karakolun büyük bölümü oraya gitmek zorunda kaldı, ben de bir şekilde kaçtım.
- vay be... yine iyi kurtarmışsınız bu kadarla efendim.
- bitmedi ki! oradan kaçınca başladım dönüş yolunu bulmak için yürümeye. saat olmuş gecenin kaçı. ben öyle deli danalar gibi yürürken kendimi kasımpaşa'da buldum. sokakta in cin top oynuyor. bir yandan da hissediyorum, cehenneme geçiş kapısı çok yakınımda. keyfim biraz yerine geldi, ıslık çalmaya başladım. bir dakika geçmeden ara sokaklardan üç genç çıktı, bana doğru yürümeye başladılar. piçler, ne almışlarsa ayakta duramıyorlar. kestiler bunlar yolumu, para istediler. ben bu sarhoşlara pabuç bırakır mıyım diyorum içimden; koskoca iblisim, benim de bir gururum var. "cin oldunuz da adam mı çarpıyorsunuz lan" diye bağırdım, her sokaktan biri çıkmaya başladı. üç kişi oldu mu sana otuz kişi?! bunlar da bir temiz sopa çektiler bana, ağzımı burnumu dağıttılar. orada bayılmışım. herhade öldüğümü sanıp bıraktılar. üstümde de bir şey bulamayınca...
- allah korumuş efendim, neler neler yapardı o pislikler.
- allah korumuş olsa şimdi kıçımın üstüne rahat oturuyor olurdum.
- yoksa?!
- (dolan gözlerini yere indirip "mnsktmnibnlri!" der gibi) ...
- ("olur öyle" dercesine omzunu pıtpıtlayarak) ...
- aaarrggghhhh! dokunmasana olm, acıyor! ya neyse. orada bayılmışım öyle, gözümü hastanede açtım.
- bu tedavi edilmiş haliniz mi?
- ne tedavisi canım? hastane dediysem özel hastane değil herhalde, ssk. koridorda yanımda yatan adam üç gündür yarasının dikilmesini bekliyormuş, kangren olmuş. etraf buram buram kükürt kokuyor. tamam dedim, burada da geçiş kapısı var. hemen bulup geri döndüm. orada kalıp tedavi beklemektense, cehennemde yaralarımı kendim dağlarım daha iyi.
- çok geçmiş olsun efendim. sizin için yapabileceğim başka bir şey var mı?
- sırtıma biraz daha merhem sürsene. şu omzuma da biraz tentürdiyot. agh! üfleyip sür hayvan! tavuğa tereyağı sürüyor sanki! tamam, çekil.
- tekrar geçmiş olsun efendim. bir şeye ihtiyacınız olursa...
- yok yok, sağol. ha, dur bi. o mevzudan kimseye bahsetmek yok tamam mı? birinden duyarsam, bir imalı bakış yakalarsam... bittin sen.
sonra o zebani bitti tabi. ama kimseye bir şey anlattığından değil. gaipten sesler korosunun ağzında bakla ıslanmadığından.
2 Şubat 2010 Salı
the imam
- anne... "yukarıda allah var" dedikleri zaman bizim üst kattaki komşudan bahsetmiyorlar, di mi?
- hayır tabi. o adamdan allah değil, ancak allahlık olur.
- ben allah'ı düşününce aklıma hep camideki imam geliyor. ama o da allah değil sanırım?
- yok, o da değil.
- ama allah'ı tanıyor, di mi? böyle arkadaşı gibi bir şey gibi sanki?
- aslında hayır. allah hakkında bir şeyler okuyan, sanki onun söylediklerini anlatır gibi konuşan imamlar var. ama onlar allah'ın arkadaşı falan değil, çoğunun hiçbir şeyden haberi yok. hatta kayda değer bir bölümünün cennette bile yeri yok. istersen sana hiçbir zaman cennete giremeyecek bir imamla ilgili bir hikaye anlatabilirim. ne dersin?
- olur!
============
3 haziran 1989... aylar süren bekleyişin ardından cehennem halkı geri sayıma başlamıştı. seyyid ruhullah musavi humeyni, nam-ı diğer ayetullah humeyni cehenneme geliyordu. kendisi olacaklardan habersiz, her şeyi allah için yapmış olmanın gönül rahatlığıyla gözlerini kapamış, milyonlarca müslüman tarafından taşınan tabutuyla son yolculuğuna uğurlanıyordu.
humeyni ilerlerken kafasında ani bir acı hissetti. dönüp baktığında tabuttan düşmüş olduğunu gördü, halkın sevgisi karşısında keyfi yerine geldi. hem allah için çalışmış hem de kestirdiği tüm kellelere rağmen inanılmaz sevilmişti. bu şartlar altında cennete girmesi kaçınılmazdı! yürürken tabanlarına yayılan sıcaklık bile onu rahatsız etmemiş, bunun da cennetin güzelliklerinden biri olduğunu sanmıştı.
ışığa doğru ilerledi. sırat köprüsü'nde trafik biraz yoğundu ama doğru adımları atarak, birkaç kez de sürekli yere baktığı için önünde ilerleyen kişiye çarparak geçmeyi başardı. yeşil çayırlara ulaştığında kafasını kaldırdı, insanlara baktı. herkes oldukça uzun görünüyordu, sanki nba oyuncuları toptan diğer tarafı boylamış gibiydi. ama bu elbette imkansızdı. ne o münafık amerikanlar arasından doğru düzgün müslüman'ın çıkması mümkündü ne de nba'de kadınların bulunması. ama burada bir sürü kadın vardı, hiçbiri de çarşaf giymemişti. hatta... hatta pek bir şey giymedikleri de söylenebilirdi.
kadınlardan biri humeyni'nin boynuna bir sicim bağladı ve çekmeye başladı. başta biraz inat etse de göz hizasında bulunan kalçaların fikrini değiştirmesi uzun sürmedi; kadın önde, imam arkada ilerlemeye başladılar. yürürken çevresine de bakıyor ve şaşkınlığını gizleyemiyordu. insanlar geçit töreni izler gibi toplanmış, amerikan bayraklarını sallıyorlardı. bu ne biçim bir cennetti?! peki ya şeytan amerika'nın burada ne işi vardı?
humeyni bir an amerika konusunda hata yapmış olabileceğini düşündü. ne var ki cennette olmayabileceğini hala hayal bile edemiyordu. ta ki karşısında özgürlük anıtı'nın (humeyni'yi korkutmak için yapılmıştı) omzuna kolunu atmış, keyifle gülümseyen ve yaklaşmasını işaret eden devasa iblis'le karşılaşana kadar. işte o anda dizlerinin bağı çözüldü, yere düşerken acı bir çığlık attı:
MEEEEEEEEE!
humeyni'nin şaşkınlığı korkunun ve üzüntünün önüne geçmişti. neden çığlık atarken koyun sesi çıkarıyordu ve allah kahretsin neden cehennemdeydi?!
- neden cehennemde olduğunu merak ediyorsun sanırım?
humeyni "evet şeytanın dölü allah'ın belası kafir (ve ağzımıza almayacağımız küfürler [ağzımıza kibarlığımız nedeniyle değil, humeyni'nin bazı organlarını da içerdikleri için almıyoruz, yanlış anlaşılmasın])" demeye çalışırken yine sadece "meeeee" diyebildi. neyse ki bizim keçi bu dile de aşinaydı, anlaşmakta zorlanmadılar.
- seni buraya getirmek için çaba göstermedim ruhullah. allah seni yanında istemiyor. yaptıkların yüzünden hiçbir zaman cennete giremeyeceksin.
- ben her şeyi allah için yaptım! senin yargını kabul edecek değilim!
- ben de öyle düşünüyordum. bu yüzden benim yargımı değil, şeriatı kullanacağız. ama senin kendi çıkarlarına uydurduğun şeriatı da değil! şimdi suçlarını okuyorum, yüzün kızarmadan dinleyebilecek misin?
humeyni'nin günahları arasında neler yoktu ki? kendi inançlarını ve hayat görüşlerini savunan insanların ölümüne sebep olmak belki de bunlar arasında en basit olandı. ancak onu en çok şaşırtan, karısını aldatmakla suçlanmak oldu.
- kesinlikle hayır! ben helalim olmayan hiçbir kadına el sürmedim!
- kadın demedim zaten ruhullah. "bir erkek; koyun, inek, deve gibi hayvanlarla seks yapabilir. ancak boşaldıktan sonra hayvanı öldürmelidir. etini kendi köyünün insanlarına satamaz ancak komşu köyde satmasında sorun yoktur." bu sözler sana ait değil mi?
- doğru. ama...
- ama? şu koyunlar... adlarını hatırlıyor musun? birine fatima diyordun galiba? diğeri? hacer? ayşe?
sadece o zaman, eşini aldatmak konusunda yalan söylediği için humeyni kalbinde bir ağırlık hissetti. bir anlık vicdan muhasebesi yerini buldu, aniden gelen pişmanlık sert bakışlarının ardına saklanamadan iblis tarafından farkedildi. böylece humeyni cehennemdeki yerini garantiledi. belki standartlara göre küçük bir meseleydi. ama cehennemde geçireceği süre boyunca bundan ve diğer yaptıklarından ziyadesiyle pişman olması sağlanacaktı. özellikle de zebaniler için özgürlükler ülkesi sayılan cehennemde bir koyun olarak yaşayacağı düşünülürse...
kararın ardından ayetullah humeyni cezasını çekmeye gönderildi, dekorlar toparlandı ve cehennem normal düzenine döndü. iblis özgürlük anıtı'nı bir teşekkür mektubuyla birlikte tanrı'ya gönderdi. yıllardır cehenneme cezayı bu kadar hakeden biri gelmemişti.
============
- ama anne, bu hikayeye göre allah ve şeytan birlikte çalışıyorlar? doğru mu bu?
- bilmiyorum tatlım, buna zamanı gelince kendin karar vereceksin. tıpkı onların varolup olmadıklarına karar vereceğin gibi.
- hayır tabi. o adamdan allah değil, ancak allahlık olur.
- ben allah'ı düşününce aklıma hep camideki imam geliyor. ama o da allah değil sanırım?
- yok, o da değil.
- ama allah'ı tanıyor, di mi? böyle arkadaşı gibi bir şey gibi sanki?
- aslında hayır. allah hakkında bir şeyler okuyan, sanki onun söylediklerini anlatır gibi konuşan imamlar var. ama onlar allah'ın arkadaşı falan değil, çoğunun hiçbir şeyden haberi yok. hatta kayda değer bir bölümünün cennette bile yeri yok. istersen sana hiçbir zaman cennete giremeyecek bir imamla ilgili bir hikaye anlatabilirim. ne dersin?
- olur!
============
3 haziran 1989... aylar süren bekleyişin ardından cehennem halkı geri sayıma başlamıştı. seyyid ruhullah musavi humeyni, nam-ı diğer ayetullah humeyni cehenneme geliyordu. kendisi olacaklardan habersiz, her şeyi allah için yapmış olmanın gönül rahatlığıyla gözlerini kapamış, milyonlarca müslüman tarafından taşınan tabutuyla son yolculuğuna uğurlanıyordu.
humeyni ilerlerken kafasında ani bir acı hissetti. dönüp baktığında tabuttan düşmüş olduğunu gördü, halkın sevgisi karşısında keyfi yerine geldi. hem allah için çalışmış hem de kestirdiği tüm kellelere rağmen inanılmaz sevilmişti. bu şartlar altında cennete girmesi kaçınılmazdı! yürürken tabanlarına yayılan sıcaklık bile onu rahatsız etmemiş, bunun da cennetin güzelliklerinden biri olduğunu sanmıştı.
ışığa doğru ilerledi. sırat köprüsü'nde trafik biraz yoğundu ama doğru adımları atarak, birkaç kez de sürekli yere baktığı için önünde ilerleyen kişiye çarparak geçmeyi başardı. yeşil çayırlara ulaştığında kafasını kaldırdı, insanlara baktı. herkes oldukça uzun görünüyordu, sanki nba oyuncuları toptan diğer tarafı boylamış gibiydi. ama bu elbette imkansızdı. ne o münafık amerikanlar arasından doğru düzgün müslüman'ın çıkması mümkündü ne de nba'de kadınların bulunması. ama burada bir sürü kadın vardı, hiçbiri de çarşaf giymemişti. hatta... hatta pek bir şey giymedikleri de söylenebilirdi.
kadınlardan biri humeyni'nin boynuna bir sicim bağladı ve çekmeye başladı. başta biraz inat etse de göz hizasında bulunan kalçaların fikrini değiştirmesi uzun sürmedi; kadın önde, imam arkada ilerlemeye başladılar. yürürken çevresine de bakıyor ve şaşkınlığını gizleyemiyordu. insanlar geçit töreni izler gibi toplanmış, amerikan bayraklarını sallıyorlardı. bu ne biçim bir cennetti?! peki ya şeytan amerika'nın burada ne işi vardı?
humeyni bir an amerika konusunda hata yapmış olabileceğini düşündü. ne var ki cennette olmayabileceğini hala hayal bile edemiyordu. ta ki karşısında özgürlük anıtı'nın (humeyni'yi korkutmak için yapılmıştı) omzuna kolunu atmış, keyifle gülümseyen ve yaklaşmasını işaret eden devasa iblis'le karşılaşana kadar. işte o anda dizlerinin bağı çözüldü, yere düşerken acı bir çığlık attı:
MEEEEEEEEE!
humeyni'nin şaşkınlığı korkunun ve üzüntünün önüne geçmişti. neden çığlık atarken koyun sesi çıkarıyordu ve allah kahretsin neden cehennemdeydi?!
- neden cehennemde olduğunu merak ediyorsun sanırım?
humeyni "evet şeytanın dölü allah'ın belası kafir (ve ağzımıza almayacağımız küfürler [ağzımıza kibarlığımız nedeniyle değil, humeyni'nin bazı organlarını da içerdikleri için almıyoruz, yanlış anlaşılmasın])" demeye çalışırken yine sadece "meeeee" diyebildi. neyse ki bizim keçi bu dile de aşinaydı, anlaşmakta zorlanmadılar.
- seni buraya getirmek için çaba göstermedim ruhullah. allah seni yanında istemiyor. yaptıkların yüzünden hiçbir zaman cennete giremeyeceksin.
- ben her şeyi allah için yaptım! senin yargını kabul edecek değilim!
- ben de öyle düşünüyordum. bu yüzden benim yargımı değil, şeriatı kullanacağız. ama senin kendi çıkarlarına uydurduğun şeriatı da değil! şimdi suçlarını okuyorum, yüzün kızarmadan dinleyebilecek misin?
humeyni'nin günahları arasında neler yoktu ki? kendi inançlarını ve hayat görüşlerini savunan insanların ölümüne sebep olmak belki de bunlar arasında en basit olandı. ancak onu en çok şaşırtan, karısını aldatmakla suçlanmak oldu.
- kesinlikle hayır! ben helalim olmayan hiçbir kadına el sürmedim!
- kadın demedim zaten ruhullah. "bir erkek; koyun, inek, deve gibi hayvanlarla seks yapabilir. ancak boşaldıktan sonra hayvanı öldürmelidir. etini kendi köyünün insanlarına satamaz ancak komşu köyde satmasında sorun yoktur." bu sözler sana ait değil mi?
- doğru. ama...
- ama? şu koyunlar... adlarını hatırlıyor musun? birine fatima diyordun galiba? diğeri? hacer? ayşe?
sadece o zaman, eşini aldatmak konusunda yalan söylediği için humeyni kalbinde bir ağırlık hissetti. bir anlık vicdan muhasebesi yerini buldu, aniden gelen pişmanlık sert bakışlarının ardına saklanamadan iblis tarafından farkedildi. böylece humeyni cehennemdeki yerini garantiledi. belki standartlara göre küçük bir meseleydi. ama cehennemde geçireceği süre boyunca bundan ve diğer yaptıklarından ziyadesiyle pişman olması sağlanacaktı. özellikle de zebaniler için özgürlükler ülkesi sayılan cehennemde bir koyun olarak yaşayacağı düşünülürse...
kararın ardından ayetullah humeyni cezasını çekmeye gönderildi, dekorlar toparlandı ve cehennem normal düzenine döndü. iblis özgürlük anıtı'nı bir teşekkür mektubuyla birlikte tanrı'ya gönderdi. yıllardır cehenneme cezayı bu kadar hakeden biri gelmemişti.
============
- ama anne, bu hikayeye göre allah ve şeytan birlikte çalışıyorlar? doğru mu bu?
- bilmiyorum tatlım, buna zamanı gelince kendin karar vereceksin. tıpkı onların varolup olmadıklarına karar vereceğin gibi.
23 Ocak 2010 Cumartesi
Confessions of an Advertising Man
Tüm reklamcıların cehennemde oldukları doğrudur. Ancak onların cehennemde olma nedeni insanlara yalan söylemeleri, boku cilalayıp matah bir şeymiş gibi satmaları değildir. İyi reklamcılar yaptıkları iş nedeniyle kötü hissetmezler, vicdanları rahattır. Cehennem ise sadece vicdan azabı çekenlerin girebildiği bir VIP Club'dır. Kurdukları her cümleyle günaha davet eden reklamcıların cehenneme girişi ise oldukça ilginç ve yeni bir olaydır.
Aslında hepi topu iki yıl öncesine kadar cehennemdeki reklamcı nüfusu oldukça azdı. Orada bulunanlar da ya reklamcı olmak zorunda kalmış sosyalist yazarlar ya da mesleklerinden bağımsız olarak yaşadıkları olayların ağırlığını kaldıramamış tiplerdi. İlk gruba girenler sadece yanlış bir iş yaptıklarını düşünüyor, ikinci gruptakilerse yaşamalarının bile yanlış olduğuna inanıyorlardı. İki grubun tek ortak noktası, İblis için sadece bir istatistik değeri taşımalarıydı. Gidip sorsanız, İblis onların mesleklerini bilmek bir yana dursun, neredeyse varlıklarından bile haberdar değildi.
------------------
İblis bir süredir dizilere sarmıştı. MadMen'in sadece 1960'ların kaymak tabakasındaki insanlık dramlarını anlattığını sanıyor, ülkenin diğer yanında hippiler gibi renkli karakterler varken, neden New York gibi vasat bir yerde çekildiğini ve sıradan insanları konu aldığını anlamıyordu. Aslında İblis adamların reklamcı olduğunu bile farketmemişti. Sadece dizide ismi geçen markaları not alıyor, "sponsor olacak kadar paraları varsa, kesinlikle cehenneme girecek nedenleri de vardır, araştırmak lazım" diye düşünüyordu.
Bir gün kahve servisine gelen zebanilerden birine bu adamların neden mesai saatlerinde bu kadar rahat içebildiklerini sordu. Zebani omuzlarını silkip "bilmem," dedi, "sanırım yaratıcı yönetmen olunca istediğiniz gibi davranma hakkı da kazanıyorsunuz."
İblis'in tek kaşı kalktı. Yaratıcı yönetmen kavramı ilgisini çekmişti. Yaratmak Allah'a mahsus olduğuna göre bu adamlar düpedüz Allah'a şirk koşmaktaydı. Sanatçılar da yaratıyordu, hatta bir insana göre yaratıcılığın en üst noktalarından birinde bulunuyorlardı ama hiçbiri unvanlarının başına "yaratıcı" kelimesini koymuyordu. Kayda değer bir şey yaratmayan, hatta kavramları birleştirip toplumun ilgisini çekmek dışında bir şey yapmayan reklamcılar ise yaratıcılığı sahiplenmiş görünüyorlardı. Bazıları vardı ki, bu kadarını bile yapmıyor, buna rağmen payelerini gururla, hatta kibirle taşımaktan hiç çekinmiyorlardı.
İblis, Tanrı'yı bu durumdan haberdar etmek üzere telefona sarıldı. Nihayetinde o da bir kuldu ve daha önemlisi, bu işten ciddi çıkar sağlayabilirdi.
------------------
- Cennet İletişim Hattı'na hoş geldiniz. Ölmüşlerinizin ruhu için 3 ve 1, günahlarınızın affı için 41, gerçek bir inanansanız 42846, sorularınız için 58726'yı tuşlayınız. Yanlış yerde olduğunuzu düşünüyorsanız lütfen bekleyiniz, henüz cezanız bitmemiştir.
- Cebrail, selam. Ben İblis. Tanrı'yla görüşecektim.
- Aaa, selam İblis. Ben de aramanı bekliyordum. Tanrı seninle yine konuşmayacak ama bir mesajı var. Sana "saçmalama, elbette farkındayım ama olmaz o iş" dememi istedi.
- Ama neden?!
- Bilmem? Neden böyle bir şey söylediğini bile bilmiyorum. Planları ve mantığı bizi aşıyor, sen de anlamak yerine sadece inanmaya çalışmalısın.
- Peki. Bir şey anlayacağını düşünsem bunu seninle tartışırdım ama biliyorum ki tamamen faydasız olacak. Hoşça kal.
İblis telefonu kapadıktan sonra televizyonun karşısına geçti, MadMen'i açtı. Şimdi farklı bir gözle izliyor, bir yandan da bu tip adamları kendi istekleriyle cehenneme çekmek için ne yapması gerektiğini düşünüyordu. Fikrin gelmesi uzun sürmedi. Elbette reklamcıları kendi silahlarıyla vuracaktı.
------------------
Erkeklerin kalbine giden yol midesinden geçer diyenler yanılırlar. Damak tadı kadınlar için önemlidir. Bu yüzden elma Havva'ya gönderilmiştir. Erkeklerin kalbine gözlerinden ulaşılır. Gösterip vermemek esastır. Neyse ki insanların hepsi böyle saçma formüllere bağlı yaşamazlar. Ama bunlara inananlar, her türlü reklama da inanırlar.
Reklamcılarda ise durum biraz farklıdır. İşin içinde oldukları için eleştirel bakabilir ve yumuşak karınlarını bir yere kadar saklayabilirler. Çoğu, doğal ortamlarında normal insan gibi görünürler. Sıradan yemekler yer, sıradan eşofmanlar giyer, sıradan sohbetler eder, sıradan rüyalar görürler. Bu ortamlardan çıktıklarında; örneğin müşteri karşısındayken, karşı cinse kur yaparken veya eleştirildiklerinde, reklamcılıklarını sonuna kadar kullanır, karizmadan çatlayacak duruma gelirler. Öyle ahım şahım bir zeka gerekmez, hemen hepsi kendilerini David Ogilvy’nin "Tolerate genious" sözünün nesnesi olarak görüp tripten tribe girerler. Ama genellikle normal insanlar oldukları ve zamanlarının sadece %30'unu kasılarak geçirdikleri için (ve bazen müşteriler yüzünden gerçekten acı çektikleri için) cennete kabul edilirler.
Şu anda İblis reklamcı konumundaydı, reklamcılar ise müşteri. Dizleri çıkmış evladiyelik eşofmanına ve ahı gitmiş vahı kalmış lekeli tişörtüne veda edip kemik gözlüklerini taktı, Photoshop'u açtı. Sadece cehennemde yürütülecek bir reklam kampanyasıyla cennetteki reklamcıları toplayacaktı.
------------------
İblis'in çok uğraşması gerekmemişti. Sadece "abandon all hope" tabelasını değiştirip kapıya zebellah gibi iki güvenlik görevlisi koyması yeterli olmuştu. Bir süre güvenlik görevlileri kimseyi içeri almadılar. Buraya girecek kadar karizmatik değilsin, yeteri kadar zeki değilsin, sen buna günah mı diyorsun gibi cümlelerle herkesi kışkışladılar. Birkaç gün geçmeden cennete alınacak olanlar bile cehennemin kapısında kuyruk oluşturmuştu. Sadece cehennemde yayınlanan ve cennete sokulması kesinlikle yasaklanan derginin bir kopyası (daha doğrusu, tek kopyası) dışarı sızdırılmıştı. Herkes dergideki haberleri konuşuyor, reklamı yapılan ve sadece cehennemde bulunan ürünleri satın almak istiyordu. Kimse henüz cehenneme girebilmiş değildi ama pek çok kişi bunu bir statü simgesi olarak görmeye başlamıştı bile. Haberlerin cennette yayılması gecikmedi.
Reklamcılar meleklerin bile ilgisini çeken bu kampanya nedeniyle derin bir umutsuzluk yaşıyorlardı. Hayatları boyunca cilalayıp satmayı başardıkları hiçbir şey, gerçekten zararlı olanlar bile böyle bir başarı yakalamamıştı. Sigara satmak bir şey değildi, bunun için "öleceksin ama en azından yaşamdan keyif al" demek yeterliydi. Şeytan bunu bile yapmamış, hedef kitlesine hiçbir avantaj sunmamıştı. Bütçe kullanmamış, görsellikle kotarmamış, doğru düzgün slogan bile yazmamıştı. Üstelik fikir çok basitti, sıradan bir insanın bile aklına gelebilirdi. Allah böyle kampanyanın belasını versindi!
Kampanya sonucunda reklamcıların hiçbiri cehenneme gitmek istemedi. Ne var ki kıskançlıkları öfkeye dönüşmüş, cennette huzuru bozacak boyuta varmıştı. Basit bir kampanya yüzünden şu güzelim ortamı bozdukları için suçluluk duyuyorlardı. Suçluluk vicdan demekti. Vicdanı rahat olmayanların da gidebileceği tek yer cehennemdi.
------------------
İblis, ödüllük bir iş yapmamıştı, gerçek dünyada büyük ihtimalle yaratıcılığıyla ünlü reklamcılardan biri olmazdı. Ama satışın kurallarını herkesten iyi biliyordu ve yine amacına ulaşmıştı. Kahvesini ve abur cuburlarını alıp televizyonun karşısına oturdu, haberleri izlemeye başladı. Gerçek hayatın gerçekçi bir kurgudan çok daha eğlenceli olduğunu düşündü.
Aslında hepi topu iki yıl öncesine kadar cehennemdeki reklamcı nüfusu oldukça azdı. Orada bulunanlar da ya reklamcı olmak zorunda kalmış sosyalist yazarlar ya da mesleklerinden bağımsız olarak yaşadıkları olayların ağırlığını kaldıramamış tiplerdi. İlk gruba girenler sadece yanlış bir iş yaptıklarını düşünüyor, ikinci gruptakilerse yaşamalarının bile yanlış olduğuna inanıyorlardı. İki grubun tek ortak noktası, İblis için sadece bir istatistik değeri taşımalarıydı. Gidip sorsanız, İblis onların mesleklerini bilmek bir yana dursun, neredeyse varlıklarından bile haberdar değildi.
------------------
İblis bir süredir dizilere sarmıştı. MadMen'in sadece 1960'ların kaymak tabakasındaki insanlık dramlarını anlattığını sanıyor, ülkenin diğer yanında hippiler gibi renkli karakterler varken, neden New York gibi vasat bir yerde çekildiğini ve sıradan insanları konu aldığını anlamıyordu. Aslında İblis adamların reklamcı olduğunu bile farketmemişti. Sadece dizide ismi geçen markaları not alıyor, "sponsor olacak kadar paraları varsa, kesinlikle cehenneme girecek nedenleri de vardır, araştırmak lazım" diye düşünüyordu.
Bir gün kahve servisine gelen zebanilerden birine bu adamların neden mesai saatlerinde bu kadar rahat içebildiklerini sordu. Zebani omuzlarını silkip "bilmem," dedi, "sanırım yaratıcı yönetmen olunca istediğiniz gibi davranma hakkı da kazanıyorsunuz."
İblis'in tek kaşı kalktı. Yaratıcı yönetmen kavramı ilgisini çekmişti. Yaratmak Allah'a mahsus olduğuna göre bu adamlar düpedüz Allah'a şirk koşmaktaydı. Sanatçılar da yaratıyordu, hatta bir insana göre yaratıcılığın en üst noktalarından birinde bulunuyorlardı ama hiçbiri unvanlarının başına "yaratıcı" kelimesini koymuyordu. Kayda değer bir şey yaratmayan, hatta kavramları birleştirip toplumun ilgisini çekmek dışında bir şey yapmayan reklamcılar ise yaratıcılığı sahiplenmiş görünüyorlardı. Bazıları vardı ki, bu kadarını bile yapmıyor, buna rağmen payelerini gururla, hatta kibirle taşımaktan hiç çekinmiyorlardı.
İblis, Tanrı'yı bu durumdan haberdar etmek üzere telefona sarıldı. Nihayetinde o da bir kuldu ve daha önemlisi, bu işten ciddi çıkar sağlayabilirdi.
------------------
- Cennet İletişim Hattı'na hoş geldiniz. Ölmüşlerinizin ruhu için 3 ve 1, günahlarınızın affı için 41, gerçek bir inanansanız 42846, sorularınız için 58726'yı tuşlayınız. Yanlış yerde olduğunuzu düşünüyorsanız lütfen bekleyiniz, henüz cezanız bitmemiştir.
- Cebrail, selam. Ben İblis. Tanrı'yla görüşecektim.
- Aaa, selam İblis. Ben de aramanı bekliyordum. Tanrı seninle yine konuşmayacak ama bir mesajı var. Sana "saçmalama, elbette farkındayım ama olmaz o iş" dememi istedi.
- Ama neden?!
- Bilmem? Neden böyle bir şey söylediğini bile bilmiyorum. Planları ve mantığı bizi aşıyor, sen de anlamak yerine sadece inanmaya çalışmalısın.
- Peki. Bir şey anlayacağını düşünsem bunu seninle tartışırdım ama biliyorum ki tamamen faydasız olacak. Hoşça kal.
İblis telefonu kapadıktan sonra televizyonun karşısına geçti, MadMen'i açtı. Şimdi farklı bir gözle izliyor, bir yandan da bu tip adamları kendi istekleriyle cehenneme çekmek için ne yapması gerektiğini düşünüyordu. Fikrin gelmesi uzun sürmedi. Elbette reklamcıları kendi silahlarıyla vuracaktı.
------------------
Erkeklerin kalbine giden yol midesinden geçer diyenler yanılırlar. Damak tadı kadınlar için önemlidir. Bu yüzden elma Havva'ya gönderilmiştir. Erkeklerin kalbine gözlerinden ulaşılır. Gösterip vermemek esastır. Neyse ki insanların hepsi böyle saçma formüllere bağlı yaşamazlar. Ama bunlara inananlar, her türlü reklama da inanırlar.
Reklamcılarda ise durum biraz farklıdır. İşin içinde oldukları için eleştirel bakabilir ve yumuşak karınlarını bir yere kadar saklayabilirler. Çoğu, doğal ortamlarında normal insan gibi görünürler. Sıradan yemekler yer, sıradan eşofmanlar giyer, sıradan sohbetler eder, sıradan rüyalar görürler. Bu ortamlardan çıktıklarında; örneğin müşteri karşısındayken, karşı cinse kur yaparken veya eleştirildiklerinde, reklamcılıklarını sonuna kadar kullanır, karizmadan çatlayacak duruma gelirler. Öyle ahım şahım bir zeka gerekmez, hemen hepsi kendilerini David Ogilvy’nin "Tolerate genious" sözünün nesnesi olarak görüp tripten tribe girerler. Ama genellikle normal insanlar oldukları ve zamanlarının sadece %30'unu kasılarak geçirdikleri için (ve bazen müşteriler yüzünden gerçekten acı çektikleri için) cennete kabul edilirler.
Şu anda İblis reklamcı konumundaydı, reklamcılar ise müşteri. Dizleri çıkmış evladiyelik eşofmanına ve ahı gitmiş vahı kalmış lekeli tişörtüne veda edip kemik gözlüklerini taktı, Photoshop'u açtı. Sadece cehennemde yürütülecek bir reklam kampanyasıyla cennetteki reklamcıları toplayacaktı.
------------------
İblis'in çok uğraşması gerekmemişti. Sadece "abandon all hope" tabelasını değiştirip kapıya zebellah gibi iki güvenlik görevlisi koyması yeterli olmuştu. Bir süre güvenlik görevlileri kimseyi içeri almadılar. Buraya girecek kadar karizmatik değilsin, yeteri kadar zeki değilsin, sen buna günah mı diyorsun gibi cümlelerle herkesi kışkışladılar. Birkaç gün geçmeden cennete alınacak olanlar bile cehennemin kapısında kuyruk oluşturmuştu. Sadece cehennemde yayınlanan ve cennete sokulması kesinlikle yasaklanan derginin bir kopyası (daha doğrusu, tek kopyası) dışarı sızdırılmıştı. Herkes dergideki haberleri konuşuyor, reklamı yapılan ve sadece cehennemde bulunan ürünleri satın almak istiyordu. Kimse henüz cehenneme girebilmiş değildi ama pek çok kişi bunu bir statü simgesi olarak görmeye başlamıştı bile. Haberlerin cennette yayılması gecikmedi.
Reklamcılar meleklerin bile ilgisini çeken bu kampanya nedeniyle derin bir umutsuzluk yaşıyorlardı. Hayatları boyunca cilalayıp satmayı başardıkları hiçbir şey, gerçekten zararlı olanlar bile böyle bir başarı yakalamamıştı. Sigara satmak bir şey değildi, bunun için "öleceksin ama en azından yaşamdan keyif al" demek yeterliydi. Şeytan bunu bile yapmamış, hedef kitlesine hiçbir avantaj sunmamıştı. Bütçe kullanmamış, görsellikle kotarmamış, doğru düzgün slogan bile yazmamıştı. Üstelik fikir çok basitti, sıradan bir insanın bile aklına gelebilirdi. Allah böyle kampanyanın belasını versindi!
Kampanya sonucunda reklamcıların hiçbiri cehenneme gitmek istemedi. Ne var ki kıskançlıkları öfkeye dönüşmüş, cennette huzuru bozacak boyuta varmıştı. Basit bir kampanya yüzünden şu güzelim ortamı bozdukları için suçluluk duyuyorlardı. Suçluluk vicdan demekti. Vicdanı rahat olmayanların da gidebileceği tek yer cehennemdi.
------------------
İblis, ödüllük bir iş yapmamıştı, gerçek dünyada büyük ihtimalle yaratıcılığıyla ünlü reklamcılardan biri olmazdı. Ama satışın kurallarını herkesten iyi biliyordu ve yine amacına ulaşmıştı. Kahvesini ve abur cuburlarını alıp televizyonun karşısına oturdu, haberleri izlemeye başladı. Gerçek hayatın gerçekçi bir kurgudan çok daha eğlenceli olduğunu düşündü.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)