Görünmeyen hoparlörlerden anons duyuldu. Ne yapacağını bilmeyen
yüzlerce kişi yönlendirmeler için kulaklarını dört açıp dinlemeye başladı.
“Öte dünyaya hoş geldiniz. Günah - sevap ölçümleri için lütfen bankodan
numaranızı alınız. Son günlerde yaşadığımız yoğunluk nedeniyle işlemleriniz
biraz zaman alabilir. Anlayışınız için teşekkür ederiz.”
Bekleyen herkes toza bulanmıştı. Bazıları mezarlarından kalkıp gelmiş,
bazıları başlarına yıkılan beton duvarların altından çıkamamıştı. Asker
üniformalı olanlar da vardı, don gömlek kalanlar da. Yetişkinler, çocuklar,
bembeyaz yüzlüler, daha esmer tenliler... Herkes burada sırasını bekliyordu.
Esmerlerden biri yanındakini dürttü, etrafı izleyen üniformalı bir
genci gösterdi.
“Hatırladın mı?”
“Hatırlamam mı?”
“Duracan mı burada böyle?”
“Ne diyem ki gidip? Özür mü dileyem? Helallik mi isteyem? Çok geç
artık, yaşarken düşünecektik.”
“Söylemek istediğin çok şey var, bilirim. Git de konuş.”
Esmer adam tedirgin. Kalktı. İki adım attı. Durdu. Arkasına baktı. İki
adım daha. Ayakları zorlanıyor. İçinde bir acı. İlerlemesini engelleyen hangisi
bilmiyor. Kalbindeki ağırlık mı? Aklındaki haklılık mı? Zorlanarak birkaç adım
daha. Son birkaç adım. Oturdu üniformalı adamın yanına.
“Hatırladın mı beni?”
“Hatırlamaz mıyım?”
“Ben sana bir şey demeye geldim ama... Çok geç artık. Keşke ölmeyeydin
desem... Keşke beni de öldürmeyeydin desem...”
“Olan oldu artık. Ancak ölünce anlaşılıyor demek.”
“Anladın mı peki? Daha küçükken bana neler anlattıklarını bildin mi?
Babamın köy meydanında soyulup dövüldüğünü bildin mi? Dayımın Kürtçe şarkı
söylediği için dayak yediğini, akrabalarımın köyünün yakılıp yıkıldığını,
ablamı Nevruz’da yakalayıp ırzına geçtiklerini bildin mi? Bana neler neler
anlattıklarını, daha küçükken ellerime taş tutuşturduklarını anladın mı? Benim
o taşları nasıl bir nefretle attığımı, şimdi senden ne kadar utandığımı anladın
mı?”
“Buraya gelince anladım. Peki sen benim o kurşunu neden sıktığımı
anladın mı? Daha çocukken elime oyuncak tüfek verildiğini, Türk olmaktan gurur
duymam gerektiğinin her sabah tekrarlatıldığını biliyor musun? ‘Bizim
toprağımızda’ yaşadıkları halde Türk olmadıklarını söyleyenleri düşman bildik
biz hep, anlıyor musun? Teyzemi çantasını çalmak için yaralayan adam
Diyarbakır’dan göçmüştü. Öğretmen arkadaşımı dağa kaldırdı sizinkiler, kız bir
daha kendine gelemedi. Kokundan bile nefret ettirildim, ülkenin bölünmesinden
de geri kalmasından da sizi sorumlu bildim, anlıyor musun? Başka yere bakacak
olsam, yine şehit haberleri geldi önüme. Ben kana susamış gibi adam öldürmek
ister miydim sanıyorsun?”
Konuştular. Biri aşiretten bahsetti, biri medyadan. Biri “o silahı hiç
almayaydık elimize” dedi, biri “birbirimize kırdırdılar bizi”. Anlattılar
dertlerini, umutlarını, geride bıraktıkları hayallerini. Ama hiç özür
dilemediler birbirlerinden. Öyle büyümüştü onlar. Öğrendikleri olmuşlardı.
Seçim yapamamışlardı. Ancak öldükten sonra anlamış ama çok geç kalmışlardı.
Konuştukça ağırlıkları kalktı üstlerinden. Lekeli ruhları temizlendi.
Bir de baktılar ki, ikisi de amına koduumun piçi falan değilmiş, düpedüz
insanlarmış sadece. Ödeşmeleri değil, anlamaları gerekiyormuş. Yaşadıkları
zaman bir tek “ben adam öldürmem” diyebilmeleri gerekiyormuş. Ama bunların
hepsi geçmişte kalmış.
Muhabbet uzadıkça uzadı. Ruhlar konuştukça hafifledi. Kimlikler uçup
gitti. Bir süre sonra kendileri de ne Türk, ne Kürt, ne asker, ne terörist, ne
kadın, ne erkek, ne güçlü, ne suçlu, ne iyi, ne kötü olarak, şeffaf ve huzurlu,
ortadan kayboldular. Zamanında sahip olmaya çalıştıkları, ancak sadece kiracısı
olabildikleri toprak ise aşağıda bir yerlerde sallanmaya devam ediyordu.
Yeni insanlar gelmeye devam etti. Yüzlerce. Bazıları nerede olduğunu
anlamadı önce. Adamın biri “Kızım nerede? Kurtarın kızımı!” diye ciğerlerini
parçalıyordu. Kulakları ne anonsu duyuyordu ne de onu sakinleştirmeye
çalışanları. Komşusunu gördü sonra. Koşarak onun yanına gitti. “Elif yok!”
dedi, “Göçük altında benimleydi, nerede kızım?”
“Öldün sen. Kızın yaşıyor.”
Adam durdu. Etrafa baktı. Artık üşümediğini fark etti. Hala toz toprak
içindeydi ama etrafta yıkılmış bina görmüyordu. Herkes ona bakıyordu. Bazıları
sakinleştiğine karar verip yanından ayrılırken adam ağlamaya başladı.
“Karanlıktan korkar o. Üşür. Ben de ısıtmazsam nasıl dayanır orada?”
“Yapacak bir şey yok artık.”
“Dönsem geri. Yerini göstersem. Vallahi geri gelirim. Kurtarılsın
kızım, bir dakika durmam orada. Gidemem mi?”
“Olmaz. Dönüş yok buradan.”
İçini çekti. En az aşağıdaki kadar çaresizdi. “Allah orada kalanlara
yardım etsin” dedi ve bir daha sesi çıkmadı.
Aşağıda ekiplere kayıtlı olmayan iki kişi durmadan çalışıyordu. Biri
kaynağı belli olmayan bir ışıkla göçüklerin içlerini aydınlatmaya ve hayatta
kalanları bulmaya çalışırken, diğeri uygun alanlarda kim bilir nereden bulduğu
odunlarla ateş yakıyor, Van soğuğunu kısa bir süre de olsa girdiği yerden
kovuyordu.
“Diğer köye gidelim.”
“Burada daha çok işimiz var, bir yere gidemeyiz.”
“Hiç dinlenmeden devam edersek şüphe çekeceğiz. En azından başka yerde
devam edelim.”
İnsan yaşamıyla bir salise, kendileri içinse kısa bir sohbete yetecek
kadar zamanda diğer köye ulaştılar. Sohbet süresince İblis sinirliydi, Tanrı
ise istifini bozmuyordu.
“Manyak mı bunlar ya? Tutturmuşlar bir intikam, seni de alet ediyorlar
bir de. Yok ilahi adaletmiş, bilmem neymiş.”
“Ya bilmiyor musun bunları? Suç işleyip yakalandıklarında da seni
suçluyorlar. Ağızları torba değil ki.”
“Ben onda değilim abicim! O kadar akıl vermişsin, hala düşünmeden
konuşmalarına kızıyorum. Hadi doğal felaketleri sen gönderdin diyelim...”
“Ehehe... Ne kıskanırdın ama!”
“Dalga geçme şimdi, ciddi bir şey söylüyorum. Sen göndersen sapla
samanı ayırmaz mıydın? Ne bileyim, hani zamanında ‘7.4 yetmedi mi’ diye pankart
açan yobaz karı vardı ya, dindarların da günahkarlar yüzünden arada kaynadığını
sanıyordu. Senin öyle bir ayrım yapabilecek güçte olduğunu düşünmüyorlarsa
günaha girmiş olmuyorlar mı?”
“Oluyorlar tabii de günaha girmelerine kızıyor olamazsın herhalde?”
“Yok canım, o benim işime geliyor sonuçta. Benim kızdığım, o kadar
uğraşıp din yapmışlar, o kadar inançlı olmak için bin bir takla atmışlar, her
gün beş kere senin sonsuz gücünü öven ezanları dinliyorlar, hiç mi akıllarına gelmiyor
günahkarla günahsıza farklı muamele edeceğin?”
“Onun da öldükten sonra olacağını yazmışlar ama. Sonucu öyle hemen
görecek olsalar çıkarlarına uymaz. Çoğu öldükten sonra kazın ayağının öyle
olmadığını anlıyor neyse ki.”
“Yine de böyle tipleri biraz benim tarafta misafir etmek istiyorum ben.
Sinir ediyorlar beni.”
“Öldükten sonra da inat edenleri al tabii. Cennette terörist dedikleri
kişileri görüp vik vik etmeye başlayacaklar yine. Huzur kaçırmayacak duruma
gelene kadar sende kalmaları daha iyi. Neyse. Şimdi gevezelik etmeyelim, çok
işimiz var.”
“Haydi kolay gelsin madem.”
Köye girdiklerinde ekiplere yardımcı olmaya çalışan insanlarla
karşılaştılar. Yorgunluktan bayılmak üzere olan bir kadının yerini Tanrı
devraldı. İblis kadının omuzlarına bir battaniye örttü, eline bir bardak sıcak
çorba tutuşturdu. Kadın titreyen elleriyle çorbasını alırken “Allah razı olsun
evladım,” dedi, “Allah sizleri başımızdan eksik etmesin.”
Tanrı ve İblis sadece gülümsemekle yetindiler.