24 Ekim 2011 Pazartesi

23 Ekim


Görünmeyen hoparlörlerden anons duyuldu. Ne yapacağını bilmeyen yüzlerce kişi yönlendirmeler için kulaklarını dört açıp dinlemeye başladı.

“Öte dünyaya hoş geldiniz. Günah - sevap ölçümleri için lütfen bankodan numaranızı alınız. Son günlerde yaşadığımız yoğunluk nedeniyle işlemleriniz biraz zaman alabilir. Anlayışınız için teşekkür ederiz.”

Bekleyen herkes toza bulanmıştı. Bazıları mezarlarından kalkıp gelmiş, bazıları başlarına yıkılan beton duvarların altından çıkamamıştı. Asker üniformalı olanlar da vardı, don gömlek kalanlar da. Yetişkinler, çocuklar, bembeyaz yüzlüler, daha esmer tenliler... Herkes burada sırasını bekliyordu.

Esmerlerden biri yanındakini dürttü, etrafı izleyen üniformalı bir genci gösterdi.

“Hatırladın mı?”

“Hatırlamam mı?”

“Duracan mı burada böyle?”

“Ne diyem ki gidip? Özür mü dileyem? Helallik mi isteyem? Çok geç artık, yaşarken düşünecektik.”

“Söylemek istediğin çok şey var, bilirim. Git de konuş.”

Esmer adam tedirgin. Kalktı. İki adım attı. Durdu. Arkasına baktı. İki adım daha. Ayakları zorlanıyor. İçinde bir acı. İlerlemesini engelleyen hangisi bilmiyor. Kalbindeki ağırlık mı? Aklındaki haklılık mı? Zorlanarak birkaç adım daha. Son birkaç adım. Oturdu üniformalı adamın yanına.

“Hatırladın mı beni?”

“Hatırlamaz mıyım?”

“Ben sana bir şey demeye geldim ama... Çok geç artık. Keşke ölmeyeydin desem... Keşke beni de öldürmeyeydin desem...”

“Olan oldu artık. Ancak ölünce anlaşılıyor demek.”

“Anladın mı peki? Daha küçükken bana neler anlattıklarını bildin mi? Babamın köy meydanında soyulup dövüldüğünü bildin mi? Dayımın Kürtçe şarkı söylediği için dayak yediğini, akrabalarımın köyünün yakılıp yıkıldığını, ablamı Nevruz’da yakalayıp ırzına geçtiklerini bildin mi? Bana neler neler anlattıklarını, daha küçükken ellerime taş tutuşturduklarını anladın mı? Benim o taşları nasıl bir nefretle attığımı, şimdi senden ne kadar utandığımı anladın mı?”

“Buraya gelince anladım. Peki sen benim o kurşunu neden sıktığımı anladın mı? Daha çocukken elime oyuncak tüfek verildiğini, Türk olmaktan gurur duymam gerektiğinin her sabah tekrarlatıldığını biliyor musun? ‘Bizim toprağımızda’ yaşadıkları halde Türk olmadıklarını söyleyenleri düşman bildik biz hep, anlıyor musun? Teyzemi çantasını çalmak için yaralayan adam Diyarbakır’dan göçmüştü. Öğretmen arkadaşımı dağa kaldırdı sizinkiler, kız bir daha kendine gelemedi. Kokundan bile nefret ettirildim, ülkenin bölünmesinden de geri kalmasından da sizi sorumlu bildim, anlıyor musun? Başka yere bakacak olsam, yine şehit haberleri geldi önüme. Ben kana susamış gibi adam öldürmek ister miydim sanıyorsun?”

Konuştular. Biri aşiretten bahsetti, biri medyadan. Biri “o silahı hiç almayaydık elimize” dedi, biri “birbirimize kırdırdılar bizi”. Anlattılar dertlerini, umutlarını, geride bıraktıkları hayallerini. Ama hiç özür dilemediler birbirlerinden. Öyle büyümüştü onlar. Öğrendikleri olmuşlardı. Seçim yapamamışlardı. Ancak öldükten sonra anlamış ama çok geç kalmışlardı.

Konuştukça ağırlıkları kalktı üstlerinden. Lekeli ruhları temizlendi. Bir de baktılar ki, ikisi de amına koduumun piçi falan değilmiş, düpedüz insanlarmış sadece. Ödeşmeleri değil, anlamaları gerekiyormuş. Yaşadıkları zaman bir tek “ben adam öldürmem” diyebilmeleri gerekiyormuş. Ama bunların hepsi geçmişte kalmış.

Muhabbet uzadıkça uzadı. Ruhlar konuştukça hafifledi. Kimlikler uçup gitti. Bir süre sonra kendileri de ne Türk, ne Kürt, ne asker, ne terörist, ne kadın, ne erkek, ne güçlü, ne suçlu, ne iyi, ne kötü olarak, şeffaf ve huzurlu, ortadan kayboldular. Zamanında sahip olmaya çalıştıkları, ancak sadece kiracısı olabildikleri toprak ise aşağıda bir yerlerde sallanmaya devam ediyordu.



Yeni insanlar gelmeye devam etti. Yüzlerce. Bazıları nerede olduğunu anlamadı önce. Adamın biri “Kızım nerede? Kurtarın kızımı!” diye ciğerlerini parçalıyordu. Kulakları ne anonsu duyuyordu ne de onu sakinleştirmeye çalışanları. Komşusunu gördü sonra. Koşarak onun yanına gitti. “Elif yok!” dedi, “Göçük altında benimleydi, nerede kızım?”

“Öldün sen. Kızın yaşıyor.”

Adam durdu. Etrafa baktı. Artık üşümediğini fark etti. Hala toz toprak içindeydi ama etrafta yıkılmış bina görmüyordu. Herkes ona bakıyordu. Bazıları sakinleştiğine karar verip yanından ayrılırken adam ağlamaya başladı.

“Karanlıktan korkar o. Üşür. Ben de ısıtmazsam nasıl dayanır orada?”

“Yapacak bir şey yok artık.”

“Dönsem geri. Yerini göstersem. Vallahi geri gelirim. Kurtarılsın kızım, bir dakika durmam orada. Gidemem mi?”

“Olmaz. Dönüş yok buradan.”

İçini çekti. En az aşağıdaki kadar çaresizdi. “Allah orada kalanlara yardım etsin” dedi ve bir daha sesi çıkmadı.



Aşağıda ekiplere kayıtlı olmayan iki kişi durmadan çalışıyordu. Biri kaynağı belli olmayan bir ışıkla göçüklerin içlerini aydınlatmaya ve hayatta kalanları bulmaya çalışırken, diğeri uygun alanlarda kim bilir nereden bulduğu odunlarla ateş yakıyor, Van soğuğunu kısa bir süre de olsa girdiği yerden kovuyordu.

“Diğer köye gidelim.”

“Burada daha çok işimiz var, bir yere gidemeyiz.”

“Hiç dinlenmeden devam edersek şüphe çekeceğiz. En azından başka yerde devam edelim.”

İnsan yaşamıyla bir salise, kendileri içinse kısa bir sohbete yetecek kadar zamanda diğer köye ulaştılar. Sohbet süresince İblis sinirliydi, Tanrı ise istifini bozmuyordu.

“Manyak mı bunlar ya? Tutturmuşlar bir intikam, seni de alet ediyorlar bir de. Yok ilahi adaletmiş, bilmem neymiş.”

“Ya bilmiyor musun bunları? Suç işleyip yakalandıklarında da seni suçluyorlar. Ağızları torba değil ki.”

“Ben onda değilim abicim! O kadar akıl vermişsin, hala düşünmeden konuşmalarına kızıyorum. Hadi doğal felaketleri sen gönderdin diyelim...”

“Ehehe... Ne kıskanırdın ama!”

“Dalga geçme şimdi, ciddi bir şey söylüyorum. Sen göndersen sapla samanı ayırmaz mıydın? Ne bileyim, hani zamanında ‘7.4 yetmedi mi’ diye pankart açan yobaz karı vardı ya, dindarların da günahkarlar yüzünden arada kaynadığını sanıyordu. Senin öyle bir ayrım yapabilecek güçte olduğunu düşünmüyorlarsa günaha girmiş olmuyorlar mı?”

“Oluyorlar tabii de günaha girmelerine kızıyor olamazsın herhalde?”

“Yok canım, o benim işime geliyor sonuçta. Benim kızdığım, o kadar uğraşıp din yapmışlar, o kadar inançlı olmak için bin bir takla atmışlar, her gün beş kere senin sonsuz gücünü öven ezanları dinliyorlar, hiç mi akıllarına gelmiyor günahkarla günahsıza farklı muamele edeceğin?”

“Onun da öldükten sonra olacağını yazmışlar ama. Sonucu öyle hemen görecek olsalar çıkarlarına uymaz. Çoğu öldükten sonra kazın ayağının öyle olmadığını anlıyor neyse ki.”

“Yine de böyle tipleri biraz benim tarafta misafir etmek istiyorum ben. Sinir ediyorlar beni.”

“Öldükten sonra da inat edenleri al tabii. Cennette terörist dedikleri kişileri görüp vik vik etmeye başlayacaklar yine. Huzur kaçırmayacak duruma gelene kadar sende kalmaları daha iyi. Neyse. Şimdi gevezelik etmeyelim, çok işimiz var.”

“Haydi kolay gelsin madem.”

Köye girdiklerinde ekiplere yardımcı olmaya çalışan insanlarla karşılaştılar. Yorgunluktan bayılmak üzere olan bir kadının yerini Tanrı devraldı. İblis kadının omuzlarına bir battaniye örttü, eline bir bardak sıcak çorba tutuşturdu. Kadın titreyen elleriyle çorbasını alırken “Allah razı olsun evladım,” dedi, “Allah sizleri başımızdan eksik etmesin.”

Tanrı ve İblis sadece gülümsemekle yetindiler.